Yirmi Üçüncü Söz’de geçen ve insanı bir saraya benzeterek meseleleri anlaşılır hâle getiren temsili çok daha önce Üstad Hazretleri Mesnevi-i Nuriyede başka bir açıdan ele almıştır… Şöyle ki:
“Ey dünya hayatında kötülerin iyilere üstün gelmesinin sebebini merak eden zât! Ben de bir defasında bazı saraylar görmüştüm. Herbir sarayın, iç içe girmiş yüksek bölümleri vardı. Katların sâkinleri ise, letafet, yükseklik ve nûraniyet itibarıyla farklı kimselerdi. En yüksekteki oturan ise Sultan gibiydi. Onun altında da, ta kapıya kadar, çeşitli kıymet ve ulviyette oturanlar bulunuyordu. Kapının yanında zulmetli ve kaba bir hizmetçi, kapı dibinde yaltaklanan bir köpek vardı.
“Derken bazı saraylar gördüm ki, kapısının önü apaydınlık… Dikkat edince, Saray sahibinin kapı dibinde köpekle oynadığını gördüm. Saray haremindeki kızlar da başlarını açmış, çocuklarla oynaşıyorlardı. Katlardaki nezih vazifeler bırakılıp köpeğin, çocukların, hizmetçi ve kapıcıların işleri şaşaalandırılmış. Saray, içindekileri dışarı atmış; kapının dışı parlak, güçlü ve kuvvetli görünürken, içerisi karanlık ve muattal kalıp gözden düşmüş. Yarılıp da taneleri dışarı fırlamış bir nar gibi, o saray da içindeki kötülükleri öylece dışarı vurmuş!
“Sonra, o sarayların her birinin birer insan demek olduğunu anladım ve her bir insanı bir saray olarak gördüm. Hatta kendi âsi nefsimi de bir saray şeklinde gördüm. Saray ahalisinin çeşitli mertebelere düşüşü ise, alçaldıkça alçalan bir iniş idi. O zaman gördüm ki, medeniyet ehlinin terakki ve yükselme sandığı şey gaflet uykusuna dalıp gitmekten; nezaket sandığı şey münafıkane gösterişten zekâ sandığı şey şeytanın, sinsi hilesinden; insaniyet sandığı şey de insanlığı hayvaniyete dönüştürmekten başka bir şey değilmiş. Lâkin düşüş halindeki âsî şahsın nûrânî lâtifeleri zulmanî nefsiyle karıştığı için, bütün bunlar ona hoş ve câzip manzaralar şeklinde görünür. Buna karşılık, kapının yanındaki itaatkar ve dindar kimsenin ise, müteessir olan, sadece nefsidir. Gerçi o sâlih kişinin lâtifeleri de aşağılara inmiştir –ama süflî heveslerinin peşinde değil, hudut haricindeki insanları irşad ederek, onlara yardım etmek ve kendilerini yaratılış gayelerine döndürmek için. Evet, Allah (sübhânehû) bir kulunu sevdiği zaman, ona dünyanın güzelliklerini sevdirmez, musibetlerle ondan nefret ettirir.
“Eyvah! Yazıklar olsun! Şu sefîh medeniyet öyle çekici harikalar ve câzibeli eğlenceler ortaya çıkardı ki, tıpkı yakıcı bir ateşe dönüşmüş parlak ışığa düşen pervaneler gibi, insan sarayının sâkinleri ve haremleri de kendilerini ona atıyorlar.”
“Ey şakî nefis! Nedir bu gurur, bu gaflet, bu istiğna? Görmez misin, elindeki iraden ancak bir kıl kadar, iktidarın zerre kadar, bu hayattan nasibin sönüp gidecek bir şule kadar; ömrün, müddeti dolmuş bir dakikacık; şuurun gelip geçici bir parıltı kadar, zamanın akıp giden bir an kadar, mekânın da ancak bir kabir kadardır.
“Âcizlikten nasibin ise hadsiz, ihtiyacın nihayetsizdir; fakirliğin hesaba gelmez, emellerin bitip tükenmek bilmez… Acz bu durumda, hâcetleri bu derece olan kimse, elindekine güvenip nefsine mi itimad eder; yoksa Rahman ve Rahîm olan Allah’a mı tevekkül eder? O Allah ki, şu Güneş ve şu meyvelerle dolu nuranî ağaçlar O’nun rahmet hazinelerinin zarfları ve nimetlerinin sandıkları; su ve ışık ise feyiz havuzunun olukları ve rahmetinin nehirleridir.
“Kesin bir sezgiyle hem de görmüşçesine yakinen bildim ki: Nasıl zakkum tohumunda bir zakkum ağacı saklı ise, küfür tohumunda da Cehennem potansiyel olarak yerleşmiştir. Nasıl hurma çekirdeğinde bir hurma ağacı saklı ise, iman çekirdeğinde de Cennet yerleşmiştir. Çekirdeklerin istihale geçirerek zakkum veya hurma ağacına dönüşmesinde garipsenecek bir durum olmadığı gibi, dalâlet manasının tecessüm ederek azap veren bir Cehenneme, hidayet nurlarının temessül ederek lezzetlere vesile bir Cennete dönüşmesinde de akıldan uzak görülecek bir hal yoktur. Bu âlemdeki şu müşahedem bir nebze Lemaat Risalesinde de yer almıştır.
“Nasıl ki, hububat tohumlarından bir tane ile bir meyve çekirdeği, kalbi delindiği zaman filizlenemez. Öyle de ‘ene’ (benlik) tohumu da ‘Allah!... Allah!...’ zikrinin şuası ile kalbinden delindiği zaman, o enaniyet, beslenip dal budak salarak ve gafletle firavunlaşarak büyüklük taslayamaz, insanlık nevinin eserlerine sığınıp yaslanarak Yer ve Göklerin Cebbarına karşı isyan ile savaşamaz. Nasıl cehrî zikir ile tabiat putu ve tağutu tahrip ediliyor veya paramparça oluyorsa, Nakşibendi evliyası da gizli (hafî) zikrin matkabıyla ‘ene’ dağını delip nefsin başını kesmek suretiyle kısa bir yol keşfetmiş ve kalb tohumunu açmaya muvaffak olmuşlardır.”
Üstadımızın bu keşifleri, insanlığı tanımada bizlere hep rehber olacaktır.