Çene çalarak Müslümanlığı anlatmayı, zamanın ve şartların kötülüğünden bahsederek yerinmeyi büyük bir iş, hatta cihad zannedenler, şimdi de tweet ile meşgul olmayı ve birilerine cevap yetiştireceğim diye bütün vakitlerini öldürenler ve böylece moralleri bozulup ümitsizliğe kapılanlar, artık yeter, her şeyden önce bir kere nefisleriyle uğraşmayı, onu terbiye etmeyi büyük cihad olarak görmeye çalışmalılar. Her gün kahvede oturup ülkeye ve cihana nizam getirmeye çalışanlar gibi, her gün bıkmadan aynı şeyleri tekrarlamanın bir işe yaramadığını ve yaptıklarının dünya ve âhiret adına bir adım ileri gitme olmadığını bilmeliler. Çünkü en başta hadis-i şerife göre, iki günü birbirine eşit olanlar aldanmıştır. Mutlaka ikinci gün dünya veya âhiret adına birinci günden daha ileri olmamız gerekiyor. Bu da çene yarışı ile olmuyor…
Seneler önce bu durumda olan birisini Bediüzzaman Hazretleri ağır bir ihtar ile ikaz ediyor: (Olayı Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz şöyle ifade ediyor) “Bilgisi çok, fikri, zikri dağınık bir mühendis, bir gün Üstad’ı ziyarete geldi. Üstad’a, ‘Komünistler şöyle, Masonlar böyle, Müslümanlar zayıf…’ gibi menfi konuşma yapınca, Üstad ‘Risale-i Nur oku kardaşım!’ dedi. Adam menfi konuşmalara devam edince, Üstad, ‘Kardaşım, ömür az, vazife çok, PİSLİK KARIŞTIRMAYA VAKTİMİZ YOK; sen Nurları oku’ dedi.”
Kastamonu Lâhikasında Üstad “İman hakikatları herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmalı, diğer şeyler, ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmalı. Risale-i Nur ile iman hakikatlarına hizmet etmek en birinci vazife ve merak vesilesi ve ana maksat olmalı.” diyor.
Üstad Hazretlerinin hizmette bahaneyi ve mazereti kabul etmediğini yakın talebelerinden Bayram Yüksel Ağabeyimiz şu ifadelerle dile getiriyor: “Üstad şu üç şeyi sevmezdi: Hastalık, yorgunluk ve verilen işi veya yapması gereken vazifeyi başkasına havale etmeyi. ‘Bunlar nefsin desisedir.’ derdi.”
Hasan Kurt Ağabeyimiz “Üstadımız, ‘Kardaşlarım, size kibrit çöpü kadar bir hizmet düşerse, sakın küçük görmeyin, en büyük hizmet olarak kabul edin, ihmal etmeyin. Sizin hizmetiniz Levh-i Mahfuz’da yazılıyor. Onu Allah’ın huzuruna vardıktan sonra göreceksiniz’ diyordu.”
Peki Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurlar hakkında gerçek âlimlerimiz ne söylüyor?
Şaban Akdağ Ağabeyimiz diyor ki: “Isparta’nın Küçük Hacılar köyünden bir koyun çobanı, Üstad Hazretlerine, ‘Müsâde ederseniz Yirmi Birinci Lema’yı (İkinci İhlas Risalesi) Mehmed Vehbi Efendiye okutacağım’ diyor. Üstad ‘Peki’ diyor. Konya’da Halıcı Sabri Ağabeyin dükkanına gidiyor. Geliş sebebini anlatıyor. Sabri Ağabey, ‘Sen onu tanıyor musun?’ diye soruyor. O da ‘Hayır’ deyince, dükkanda oturan birisini gösteriyor ve ‘Aradığın zat işte bu’ diyor. Tanışıyorlar. Mehmed Vehbi Efendi, bunu alıp evine götürüyor. O da İhlas Risalesini okuyup bir değerlendirme yapması için kendisine veriyor. Osmanlı’nın son dönemi âlimlerinden olup Vakıflar Bakanlığı yapmış ve on altı ciltlik tefsir yazmış olan bu zât İhlas Risalesini mütalaadan sonra, ‘Bu eserlerin yazıldığını görseydim, kitaplarımı yazmazdım. Beni talebeliğe kabul etsin selâm söyle’ diyor.”
Senirkentli orman mühendisi merhum Ali İhsan Tola Ağabeyimiz bir ziyaretimiz sırasında anlatmıştı: “Bediüzzaman Hazretleri, Dr. Tahsin Tola ile beni Diyanet İşleri Müşavere Heyeti Başkanı Hasan Hüsnü Erdem’e Risale-i Nurları ‘Tashih buyursunlar’ diye gönderdi. Biz de kitapları alıp Diyanet İşleri Başkanlığına gittik. H. Hüseyin Erdem ise vardığımız sırada, bütün büyük hocaları toplamış onlarla bir mesele görüşüyormuş. Biz, doğruca onların toplantı salonuna gittik. Biz girince konuşmayı kesen H. Hüseyin Erdem, ‘Buyurun!’ dedi. Biz de ‘Bizi Bediüzzaman Hazretleri gönderdi. Size selamı var. Bu kitapları tashih buyuracakmışsınız!’ dedik. O, önce şöyle bir gülümsedi, sonra da ‘Şimdi sizlere bu tashih buyurma meselesini bir anlatayım’ diyerek başladı anlatmaya: “Ben medresede talebe iken, Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelmişti. Belinde hançeri ve garip kıyafetiyle, Şekerci Han’da kaldığı yerin kapısına yazdırıp astığı “Kim ne isterse benden sorsun, her suale cevap var” diye bütün ulemaya meydan okuyuşu, dikkatleri üzerine çekmişti. Arkadaşların ısrar ve teşvikleriyle zor bir soru hazırlayıp gittim. Endişeliydim. Kapısına vardım, aralıktan bakıyordum. Birden ‘Hasan Hüsnü Efendi, içeriye buyur!’ dedi. Şaşırmıştım. İsmimi nereden biliyordu! Daha yanına ilk defa gidiyordum. ‘Soru mu soracaktın?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Ama heyecandan unutmuştum. ‘Şöyle bir şey mi soracaktın?! dedi. ‘Evet’ dedim. Başladı anlatmaya… Ben pek cevabı dinlemiyor, bir an önce ayrılıp gitmek istiyordum. ‘Tamam mı?’ dedi. ‘Tamam’ dedim. ‘Hayır tamam değil. Ben son bölümde bilerek bir yanlış söyledim ve istedim ki, onu sen tashih buyurasın… Neyse, doğrusu budur’ diyerek cevabını bitirdi… Şimdi anladınız mı TASHİH buyurmanın hikmetini’ dedi. Hemen Risaleleri alıp öperek başına koydu. ‘Biz kim, onları tashih etmek kim… Bu eserlerde vatana-millete zararlı hiçbir şey yoktur. Bilakis çok faydalı eserlerdir.” dedi. Sonra güzel bir rapor yazıp imzaladı” ve sonra bütün ulema heyeti de imzaladı.”
Malum daha sonra Hasan Hüsnü Erdem Diyanet İşleri Başkanı oldu. Allah râzı olsun ve rahmet eylesin. İşte böyle yiğit ve cesur Başkanlar vardı. Maalesef şimdi onların yerleri boş kaldı…