15. Yüzyılda, Haçlı Seferleri ve Cengiz ordularının akını, Timur’un yürüyüşü, İslam ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmişti. Yaralar yeni sarılıyor, tamirler yeni yeni yapılıyordu. Osmanlı Devletinin de her yere elinin uzanması çok zordu.
Öbür taraftan İspanya’da zalim Kral Ferdinand ve on üç sene hiç yıkanmadığı için adı Kirli İzabella olan zalim Kraliçe tarafından Müslümanlar yok ediliyor; el konulan bütün İslami eserler de şekil değiştiriliyordu. Yani Müslümanların her şeyleri kıyımcılar tarafından kıyım kıyım kıyılıyordu. İşte o vahşetleri ve o zulümleri trajik biçimde şair Ebü’l Bekâ Salih bin Şerif dile getirmişti. Geriye kalan son şehir Gırnata’nın hükümdarı bir elçiyle bu Kasideyi Sultan Bayazıt’a gönderip yardım istemişti…
İşte o kasidenin bazı parçalarını Sezai Karakoç Beyin Güzel Türkçesiyle sizlere aktarmak istiyorum:
“Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür. / Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar ileri doğru işlemez oldu mu
“Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların. / Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu.
“Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in? / De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?
“Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem. / Sasanilerin ebedî sanılan devleti ne oldu?
“Altınları yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ? / Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
“Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar. Bir masal oldu onlar. / Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu.
“O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık. / Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.
“Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta; / Sola döndü Kisra’ya…. Kisra’yı ne takı, ne saray kurtarabildi, korudu.
“Saltanatının yeller esti yerinde, yellere hükmeden Süleyman’ın; / Şiddetinden ötürü Sâb denilen Münzir’se, don ağaçlayın kurudu. (…)
“Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi. / Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı, bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.
“Ah! Yarımada’da İslam’a göz değdi. Yağdı belâ yağmur gibi. / Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâmın ne namı var ne nişanı; sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.
“Mihraplar ki, taştandır, minberler ki ağaçtan, / Canlı cansız ne varsa bu hale inledi durdu.
“Ey ibret dolu geçmişten, ibret alacak yerde, günü birlik işlere, dedikodulara batmış kişi! / Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!
“Ey göğsünü gererek, ‘Benim ülkem, saltanatım’ diyen, kurumundan geçilmeyenler! / Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?
“Endülüs’ün başına gelen felaket tarihin bütün felâketlerini unutturdu; / Ama dünya, durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu! (…)
“Ve hele siz deniz aşırı ülkelerde, bin nimet içinde, / Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler, bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!
“Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz? / Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz mefluç mu?
“Ölen asker, esir kadın ufuklara bakıp bizden / İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?
“Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken, / Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
“Yürekli, utanan alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde? / Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?
“Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi. / Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yâ Rabbi ne kaderdir bu!
“Kendi yurtlarında bey idiler şimdi küfr ülkesinde uşak / Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
“Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını. / Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.
“Sen de şahit olsaydın benim gibi onların / Yurtlarından koparılıp satışlarında Tanrı kulu.
“O hıçkırıklar senin de aklını komazdı benim gibi. / Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar yavrusunu. (…) Haykırışlar yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.
“Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın. / Eğer o yüreklerde İslamdan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!”
Dünyanın buralarında bu facialar, trajediler yaşanırken, İslamiyet adına başka yerlerinde başka şeyler oluyordu. Sınıfta bir İspanyol hoca, Endülüs’te bu iç parçalayıcı olayları hatırlatarak Müslüman bir öğrenciye alaylı bir tarzda, “Düşünüyorum da acaba Muhammed şimdi nasıl bir sıkıntı yaşıyordur?!.” Dedi. O da “Şu anda Muhammed (Fatih Sultan Mehmet), İstanbul’u fethetmekle meşguldür!” diye mânidar bir cevap verdi. Doğrusu da odur. İslamiyetin bir yerde kışı veya gecesi olursa da, başka yerlerde de baharı ve gündüzü olur; onun gelişmesi hiç durmaz. Aynen günümüzde, bu süreçte olanlar da böyledir.