M. Ertuğrul Düzdağ Bey’in, uzun bir çalışma ile, Ali Ulvî Kurucu Ağabeyimizin Hatıralarını derleyip istifademize arzetmesi, çok hayırlı bir hizmet olmuştur. Cenab-ı Hak her ikisinden de râzı olsun. O aziz hatıralardan zaman zaman bazılarını aktarmak istiyorum.
Bunlardan bir tanesi, Ali Ulvî Ağabeyimizin Mustafa Necati Efendiyle ilgili anlattıkları:
“Mustafa Necatüddîn Efendi ile 1946 yılının haccında Medine-i Münevvere’de görüşmüştük. Türkiye’de o zaman hac için kimseye izin verilmiyordu. O, Antep, Kilis, Halep tarikiyle, Suriyeli hacıların arasına karışarak gelebilmişti… 1948 veya 1949’da bu sefer temelli olarak geldi. Önce bir müddet Medine-i Münevvere’de kaldıktan sonra Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Orada evlendi. On bir çocuğu oldu. Hacılara, talebelere en fazla yardım eden hoca idi. Durmadan ders okuturdu. Dükkanı sade koku satan, yazı yazılan bir yer değildi. Âdeta bir fetva dairesiydi. Dinî, fıkhî bir müşkili olan kendisine gelirdi.
“Bir hac zamanı günüydü. Dükkanına gittim. Baktım hoca kitaplara dalmış… Müşteriler de bekliyorlar; hacılar koku almışlar, parasını verecekler, Mustafa Efendi, kitaba dalmış araştırıyor. Hacılar sabırsızlanıyorlar: ‘Hocam şu parayı al!’ diyorlar. Onun canı sıkılıyor: ‘Yahu bu para ne belâlı şeymiş be!. İnsanı bir kitaba bile baktırmıyorlar!..” diyor. Halbuki Hoca Efendinin on bir çocuğu var, dükkan kirası var, ev kirası var, depo kirası var… Hac mevsimi geçiyor, kokular satılırsa şimdi satılacak. Ama o, para veren adam kızıyor: ‘Yahu bu dünya ne belâlı, ne fitne bir dünya imiş! Yahu bu dünya adama kitaba baktırmıyor!’ diyor.
“Mustafa Necati Efendi hicret edip (ilk defa bekâr olarak) Medine-i Münevvere’ye yerleştikten sonra, Erzurum’da bulunan annesi ile küçük kardeşi Hüsnü Efendi de ‘Biz de gidelim’ diye hicrete niyet etmişler… Sonra Hüsnü Efendi Nakşî Şeyhi Alvar İmama Efe Hazretlerine gidip istişârede bulunmuş; ‘Efendim, valideyle beraber biz de hicret etmeye karar verdik’ demiş. Şeyh Hazretleri sormuş: ‘Hüsnü Efendi, sizi Molla Mustafa Necati mi davet ediyor; yoksa siz valideyle beraber karar verdiniz de gönlünüzle mi gidiyorsunuz?’ Hüsnü Efendi de ‘Efendim biz karar verdik.’ diyor. O zaman Efe Hazretleri: “Eğer siz karar verdinizse gidin. Molla Mustafa davet etti diye gidiyorsanız, gitmeyin.’ Deyince Hüsnü Efendi ‘Niçin?’ diye soruyor. O da ‘Molla Mustafa müncezip ilallahtır. Allahu Tealâ tarafından cezb olunmuş, çekilmiş bir insandır. Siz onun meşrebine, tavrına, sabrına, tahammül edemezsiniz. Sizi dağın başında bırakır, sohbete gider. Âşık insandır. Onun ruhu, aklına, nefsine hâkimdir. O ruhuna tâbidir. Tecelliye tâbidir. Molla Mustafa tabiat ve fıtrat itibariyle, anadan doğma derviştir. Sözle, lâfla, kâliyle (sözüyle) değil, hâliyle, gönlüyle, ruhuyla, bütün varlığıyla derviştir. Tasavvuftan, seyir ve sülükten, dervişlikten maksat ve istenilen nedir? Kardeşin Molla Mustafa Efendi gibi bir insan yetiştirmektir. Uzun seyir ve sülüklerden sonra kazanılacak mertebeleri, Molla Mustafa kazanmıştır. Eğer valideyle birlikte hicrete karar verdiyseniz, Allah’a tevekkül ederek, gidin. Molla Mustafa çağırdığı için gidiyorsanız, gitmeyin, DAYANAMAZSINIZ… Molla Mustafa’nın sabrına insan DAYANAMAZ… Sizi ana oğul, dağ başında bırakır, sohbete gider. Altı ay gelmez, şikayet edersiniz.”
“Mustafa Necati Efendi, bir ara Türkiye’ye gitmişti. Niçin gittiğini, kardeşi Hüsnü Efendi şöyle anlatmıştı: ‘Vâlidem: Harem-i Şerif’in yakınındaki arsalar pahalanmaya başladı. Gün gelecek daha da pahalanacak. Harem-i Şerif’in civarında bir ev yapmak, bu gidişle, bize nasip olmayacak galiba, dedi. Hep birlikte karar verdik. Erzurum’da köyümüzde bir tarlamız vardı. Ağabeyim onu satmaya gitti. Parasıyla buradan bir arsa alacağız. Elimize para geçtikçe de kerpiçten de olsa, bir ev yaparız, kendi evimiz olur, orada otururuz.’ dedik.”
“Mustafa Necati Efendi, Erzurum’daki yeri satmış. Parasını almış. İstanbul’dan tayyareye binip gelecek. İstanbul’a gelmişken, bir de sahaflara uğramış. Eskiden beri kitap aldığı, kitapçı dostu sahaf Muzaffer Ozak Hocaya gitmiş. Ozak, Mustafa Hocayı görünce, ‘Öyle kıymetli levhalar geldi ki, şunlara bir bakın.’ Hoca, cebindeki bütün parayla o levhaları alır. Sandıklara koyar getirir. Validesi ‘Oğul ne yaptın?’ O, ‘Anne, levhaları görünce, aklım başımdan gitmiş. Kendi kendime dedim ki: Ev, arsa daima bulunur. Burada olmazsa, şurada olur. Fakat bu levhalar, bir daha bulunmaz. Şu olmazsa, bu olsun denmez…’
“Son günlerinde oğullarını evlendirecek oldu. Tabiii düğün masrafları var. Alınacak gelinlerin mehri var. Bir gün baktım düşünüyor. ‘Hocam hayırdır inşaallah’ dedim. ‘Yahu ben şimdiye kadar hep kendimi düşündüm. Bu çocuklar için para kazanamadım…’
“Hocanın levhaları arasında şahane bir HILYE vardı. Şâhâne yazı, şâhâne tezhib, tezyin… Hoca onu sattı, iki oğlunu o parayla evlendirdi. Kızını da gelin etti. Levhayı otuz bin Riyal’a satmıştı.”
İşte kendisini ilme, İslamî hizmetlere vermiş derviş gönüllü bu âlim ve irfan sahibi zatı, Cenab-ı Hak işte böyle himayesine alıyor…
Safvet Senih