Bediüzzaman Hazretleri, ruhun penceresinin gözler olduğunu söylüyor. Yani gören göz değil, ruhtur. Onun için insanın nazarı, hâlet-i ruhiyesini de yansıtır. Gözler yalan söylemez. Birisinin sözlerinden tatmin olmaz; kelimelere güvenemezsin “Şimdi bir de gözlerime bakarak söyle bakalım!...” dersiniz…
Hadis-i Şerif'te Hacerü’l-esved / es’ad’in de gözleri olduğu beyan ediliyor. Demek ki, o gözlerle kamera gibi gördüklerini kaybedip arşive alıyor belki de mâverâya, levh-i mahfuza ve diğer âlemlere aktarıyor…
Lemaat Risalesinde “Bir nazar-ı peygamber, birden bire kalbeder; bir bedevi-i cahil, bir ârif-i münevver” deniliyor. Yani Peygamber Efendimiz (S.A.S.) bir bakışı, bir nurla nazarı, câhil ve bedevî bir kişiyi, uzun zamanda değil; bir anda münevver bir âlime kalbediyordu. İşte asr-ı saadet… İşte velilerden de üstün Sahabe nesli…
Hatıralarında Üstad Hazretlerinin talebeleri de enteresan hususlar anlatıyorlar:
Merhum Abdülkadir Badıllı Ağabeyimiz diyor ki:
“Üstadın odasına girer girmez, yaşlı, çok hasta, yatak içinde uzanmış, başında yeşil, siyah ve beyaz karışımı bir sarık vardı. Mübarek yüzünün bana ilk görünen şekli, televizyon ve sinema perdelerinin boş oynadığı zaman elektirik dalgalarıyla bir titreşim vaziyetini gösterdiği gibiydi. Birkaç dakika o nuranî vaziyet mübarek simasında lemean etti. Âdetâ mübarek yüzüne bakamaz oldum. Gözlerim kamaşıyordu. Hep dikkatle mübarek yüzüne bakıyordum. Yüzü kırmızıya meyyal bir buğday renginde idi. Mübarek gözleri mavi ve iri idi. Bir gözü diğer gözünden farklı idi. Yani birisi maviden ziyade yeşile meyil idi. İri ve şecaat eserleri gösteren gözünün beyazı kırmızı damarlarla dolu idi. Kaşları ileriye doğru dik ve çatık idi. Yüzü değirmi, alnı geniş isi. Burnu koç burnu gibi, çıkık, şahin kuşu gibi atik idi. Ağzı geniş, çehresi iri idi. Mübarek çehresinde parlayan nur-u velâyet zâhir ve bâhirdi. Sinekler konmak için yaklaştıkları vakit, ânında uçup kaçarlardı. Mübarek ellerinin derisi altında damarları görünürdü. Parmakları iri uzundu. Saçları sarığının kenarından çıkmış ve kıvrılmıştı. Saçları ve bıyıkları kınalı idi. Şivesi, Van köylerinin yeni Türkçe öğrenmiş bir adamı şeklinde idi. (Halbuki Risaleleri yazdırırken, apayrı bir belağat, fesahat ve haşmet tebârüz ve tezahür ediyordu.) Güzel kokular odasının her tarafını sarmıştı.”
Vanlı Muhammed Güleşer diyor ki: “Hocalarımızdan ‘Evliyaullah’ın gözlerine bakamazsınız’ diye duyardık. Gençlik sâikasıyla Üstad’ın gözlerine bir bakayım dedim. Şöyle başımı kaldırıp bakınca, hani 500 vatlık projektörler olur ya, onun gibi ışık saçtığını gördüm gözlerinden. Gözlerim kamaşır gibi oldu. O anda, ben her halde edep dışı bir şey yaptım diye hemen başımı öne eğdim.”
Patnos’lu Vahyeddin Küfrevi diyor ki:
“Baktım öyle güzel gözleri var ki, ben şimdi kendi gözlerimle o gözlere bakıyorum: Beyaz kısmı çok büyüktü. Ancak beyaz içindeki siyah nokta küçüktü. Hz. Peygamberin bir hadisinde mehdinin evsafından bir tanesi de odur: ‘Siyahı küçük, beyazı büyük, çok korkutucu bir gözü olacak’ (Adavetle bakanlara.) Yani insan böyle bir dehşet alacak.”
Kaside-i Bürde’de Ka’b bin Züheyr, Efendimizin (S.A.S.) huzurundaki atmosferi anlatırken:
“Ama senin makamındayım şimdi fillerin bile titrediği makamda. Bir makam ki, titrerdi bir fil, benim gördüklerimi görse, işitse işittiklerimi.” diyor.
Rahmi Erdem Ağabeyimiz de şöyle diyor:
“Bediüzzaman’ın o nurlu gözlerindeki manyetik câzibe, Çam Dağındaki menzilinde istikbali rasat ediyor, binler kahramanları selamlıyor, âdeta hoş âmedî yapıyor, hazır olun, emrini veriyordu.”
Kemâl Ural ağabeyimiz Üstad’la buluşmasını anlatırken de, şu tesbitleri yapıyor:
“O gün nasıl unutulur? O gün gördüğüm manzara nasıl anlatılır? Hangi yetenekli ressam o tabloyu yansıtabilir? Hangi şiir, nesir bu eşsiz mânayı içine sığdırabilir? Hangi hassas ruh bu görüntüye dayanabilir.
“Ben hiç kimsenin görmediği ve göremeyeceği birşeyi gördüm. Ben Bediüzzaman’ı gördüm! Tabiatın sinesinde, kırda, yapayalnız, telgraf direğine yaslanmış, virdlerini okurken… O tablo sadece belleğime değil, ruhuma. Ta haşre kadar sürecek, sonra da devam edecek olan!.. (…) Yolun kenarında 10-15 metre kadar içeride, Üstad yapayalnız; başka bir Allah’ın kulu yok. Ürperiyorum! Üstad’a yaklaşacağım ama nasıl? O anı şimdi de aynen yaşıyorum. Üstad’ı, yıllar boyunca ihanete uğradığını bildiğim için, ‘Acaba endişelenir mi?’ diye telaş içindeyim. 5-6 metre yaklaştım ve öyle kalakaldım. Başını kaldırıp bakmıyor. Devam ediyor virdini okumaya. Hayatımın en önemli anı… Korkuyorum hâlâ… Ben onu seven bir dostum. Bir şey söylemem lâzım. Sonunda ‘Ben Atıf’ın ağabeyiyim.’ diyebildim. O zaman başını kaldırdı, baktı. Nasıl unuttum o anda bana söylediği şeyi!..”
O Garibüzzaman, o Bediüzzaman’ın basar ve basiretinin, müşahede ettiği hakikatları şu anda Risale-i Nurlar diye elimizde bulunduruyoruz. Onları, okumak, anlamaya çalışmak, neşretmek en büyük gayemiz olmalıdır kanaatindeyim.