Maddî nazarla bakanlar, gülde sadece fânilik ve bundan doğan bir hüzün görürler. Onun için bir Fransız şair, bir dostunun genç yaşta ölen kızı için “O bir güldü ve ancak bir gül kadar yaşadı.” demiştir. Bizim halk türkülerimizde de: “Gül açılır yaz olur. / Ben yârime gül demem / Gülün ömrü az olur.” diye böyle bir bakış vardır… Halbuki bizim gönül dünyamıza göre GÜL, MUHAMMED ALEYHİSSELAM'IN REMZİDİR. Evet bizde Gül-ü Muhammedî tabiri vardır.
Şimdi isimleri İLÂHİYAT FAKÜLTELERİ olarak değiştirilen eski YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜLERİNİN rozetlerinde gül vardı.
Arapçada VERD, gül demektir. Aynı kökten gelen VİRD, zikir mânâsına kullanılmaktadır.
Cenab-ı Hak, insanı kâinatın fihristi olarak yaratmış ve her bir âleme bir pencere açmış. Binlerce kabiliyet çekirdeğini de insanın içine ekmiş. İnsan zikir ve fikirle o çekirdekleri geliştirir, çiçek de açtırır. Evrad ve ezkârını okurken, insanın içindeki Gül-ü Muhammedîler de açılır.
Gaflet ve günahlar, o ince duyguları çürütür, dumura uğratır. Bu hususta Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor: “Senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları da bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi, o lâtife, bir saç kadar sıklete yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir Lokma (haram ise yeme), bir kelime (yalan veya günah ise söyleme), bir dâne, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük lâtifelerini onda batırma.” (On Yedinci Lem’a)
Nasıl ki, bazı çiçekler hassas olur, hafif dokununca hemen kapanıverirler. Küstüm çiçeği gibi… Bazıları da ezan vakti açarlar. Akşamları açan ezan çiçeği gibi. İşte bu lâtifeler yani ince hassas duygular, günahların baskısı ile kapınıverdikleri gibi ibadet ve zikirlerle de açılırlar.
Bu açıdan Üstad Hazretleri namaz hakkında şöyle diyor: “Kalbimin GIDASI, ruhumun ÂB-I HAYATI ve lâtife-i Rabbaniyemin HAVÂ-YI NESÎMİ’ni cezb ve celbeden (her gün kılınan beş vakit) NAMAZ dahi seni usandırmamak gerektir.” (Yirmi Birinci Söz)
Aslında insan vücudunu bir saraya benzetecek olursak şehevî, gazabî, maddî-mânevî, herbir duygu da o sarayda yaşayan bir insan gibidir ve kendine göre bir vazifesi vardır. “Şu hakikatı, hayalî bir vâkıâda, şöyle bir temsilde gördüm ki; ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir câzibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. Sonra geçtim bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim; ne için o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik… Daire, daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar gayet lâtif sanatlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkıyatı için kendine has, ulvî vazifeleriyle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, ‘Yasak!’ demediler, gezebildim. Sonra çıktım baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum, dediler: ‘O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.’ Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde, ‘Said’ ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemal-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi ayıldım. İşte o hayalî vâkıayı sana tabir edeceğim: Allah hayır etsin. İşte o şehir ise, insanların, ictimaî hayatları ve medeniyet şehirleridir. O sarayların her birisi bir insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi lâtifeler ve nefis, heva, kuvve-i şeheviyye ve kuvve-i gazabiyye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı ubudiyet vazifeleri var. Ayrı, ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, şehevî ve gazabî kuvveler bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek duyguları, nefis ve hevâya musahhar etmek ve aslî vazifelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir.” (Yirmi Üçüncü Söz)
Bizler zaten, büyük ve mürşidlerin huzurunda sanki manyetik bir alana girmiş gibi olduğumuzu hissederiz. Çünkü onların duyguları, mânevî cihazları, lâtifeleri, tabir câiz ise, o hassas antenleri günahlarla ve gaflet halleriyle paslanıp kirlenmediği için, alıcı ve verici olarak hep açık ve pırıl pırıl vaziyettedirler. Bakışları içlerimizi deliyor. Sözleri de içimizdeki duygularımızı kıpırdatıp harekete geçiriyor. Mürşidler mürşidi, rehberler rehberi olan Efendimizin (S.A.S.) sahabelerinin duyguları kim bilir nasıl inkişaf ediyordu!..