Merhum Mehmet Kırkıncı Hocamızın “Hayatım-Hâtıralarım” isimli kitabından bazı bölümleri nakletmek istiyorum:
“Hayâtü’l-Hayevan” isimi kitapda şu hikayeyi okumuştum:
“Bir zamanlar bir gemi fırtanaya tutulmuş. Günlerce dalgaların arasında çalkalanıp durmuş. İçindeki insanlar korkudan ve açlıktan perişan olmuşlar. Herkes fırtınadan kurtulmak için dua etmiş ve nezirlerde bulunmuşlar. İçlerinde bulunan evliyadan bir zât ise: ‘Ya Rab! Bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan fil eti yemeyeceğim.’ diye nezretmiş. Daha sonra Cenab-ı Hakkın inayetiyle gemi sâlim olarak insanların oturmadığı bir sâhile ulaşmış. Gemidekiler bir taraftan kurtulduklarına sevinip Allah’a şükrederken diğer taraftan açlıklarından ne yapacaklarını şaşırmış halde bekliyorlarmış. Derken bir taşın dibinde küçük bir fil yavrusu görmüş ve çok sevinmişler.
“Gelin bu yavruyu kesip yiyelim. Nasıl olsa zaruret halinde bu gibi hayvanların etini yemeye şeriatın müsaadesi var.’ demişler. İçlerindeki evliya: ‘Ben fil eti yememeye nezrettim, sizin de yememenizi tavsiye ederim.’ demiş.
“Onlar bu Allah dostunun nasihatini dinlemeyerek küçük fil yavrusunu tutup kesmişler. Daha sonra yavrunun anası olan fil gelmiş. Yavrusunu bulamayınca; insanlara yaklaşmış ve hortumunu insanların ağızlarına teker teker tutmuş hangisinden yavrusunun kokusunu almışsa hortumuyla onun başına vurmuş. Böylece oradaki insanların hepsini öldürmüş. Sıra evliyaya gelmiş hortumunu onun da ağzına tutmuş. Ondan yavrusunun kokusunu alamayınca müsait bir yere yanaşmış ve ‘Sırtıma bin.’ dercesine beklemiş. Fil, Allah dostunu sırtına bindirdikten sonra onu insanların bulunduğu bir yere bırakmış.
“1980 ihtilalinin ilk günleri idi. Niğde’ye gittim. Oradaki Nur talebeleri ile buluştuk. Dersten sonra, çay sohbeti esnasında, kardeşlerden bazıları. ‘Hocam, huzur ve güven ortamına ne zaman kavuşacağız?’ diye sordular. Lâtifevârî, ‘Siz dağlara, bağlara, kasaba ve köylerinize FINDIK AĞACI dikin, o zaman huzura kavuşursunuz’ dedim ve sustum. Onlar da hayret içinde bana bakarak: ‘Hocam bizim meselemizle fındık dikmenin ne alâkası var?’ dediler. Dedim ki: ‘Tecrübeyle sabittir ki, fındık ağacı YAĞMURU KENDİSİNE çeker. Ancak malumunuzdur ki, yağmurun gelmesine birkaç ağaç kâfi gelmez. Eğer RAHMET, BEREKET istiyorsanız bütün köy, kasaba ve şehirlerinizi fındık ağaçlarıyla donatın. Yani Nur Talebelerini çoğaltın ki, rahmet-i İlahiyenin celbine vesile olasınız. Böylece de ülkemiz refaha, huzura ve hakiki saadete kavuşabilsin… Memleketimizin elbette ki, bir çok şeye ihtiyacı vardır. Ancak bunların en önemlisi İNSAN unsurudur. SALAHAT ile MAHÂRETİ kendinde toplayan fertlere ihtiyacımız vardır. Böyle insanlar sayesinde ülkemiz huzur ve refaha kavuşur.”
“İstanbul’da Tercüman gazetesi yazarı iken Ahmet Kabaklı Beyi, Osman Demirci Hoca ve Rahmi Erdem ile birlikte ziyaretine gittik. Bize, ‘Erzurum’a hususî bir muhabbetim var. (…) Halen dilden dile dolaşan bir menkıbe vardır ki, hiç unutmam: Erzurum’da semer yapan bir usta varmış. Yıllardan beri sattığı semerlerden kazandığı altınları dükkanının bir köşesinde duran eski bir semerin içinde saklarmış. Kendisi namaza gittiği bir sırada, çıraklar bu eski semeri bir kervân sâhibine ucuz bir fiyata satmışlar. Usta dükkanına dönünce, çırakları ona müjde verir gibi ‘Usta, o eski semeri sattık, çok şükür ondan kurtulduk’ demişler. Çıraklara göre müjde olan bu haber ustayı derinden üzmüş. Fakat derdini izhar etmemiş. Ondan sonra yaptığı semere her bir çiviyi çakarken de ‘GİTTİ DEMEK OLMAZ’ demeyi alışkanlık haline getirmiş. Bir gün oğlu ona, ‘Baba, bu ne haldir? Uzun zamandır her çiviyi çaktığında ‘Gitti demek olmaz’ diyorsun. Bu ne demektir?’ deyince, ‘Oğlum, ne yapayım? Dilim böyle alışmış, kurtulamıyorum.’ diye geçiştirmiş.
‘Aradan uzun zaman geçmiş. Bir gün semeri alan kervancı dükkana gelerek ‘Usta, bu semeri buradan almıştım. Fakat devenin sırtını vuruyor, yara yapıyor. Bunu başka bir semerle değiştirelim’ deyince, usta büyük bir sevinç ve heyecanla ‘Hemen, elbette olur!’ demiş. Eski semeri alarak yerine yeni bir semer vermiş. Eline aldığı eski semeri kontrol ederek sakladığı altınların yerinde olduğunu görmüş. Bunun üzerine: ‘Allah’ın bana nasip ettiği bir mala kim sahip olabilir? Niye huzursuz olmuşum’ diye söylenmiş. Ondan sonra da yaptığı semerlere her çivi çaktığında artık ‘GELDİ DEMEK OLMAZ’ diye söylenip durmuş.
“Zübeyir Ağabey bazen bize Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırdı. Bir gün şöyle bir hatıra anlattı:
“Bir bayram öncesi Üstad Hazretleri, ‘Zübeyir, biz kıra gideceğiz. Siz burada kalın da temizlik yapın.’ dedi. Biz birkaç arkadaş medresede kaldık ve temizliğe başladık. Kilerde iki üç sene bekleyen bozuk florasan lâmbaları vardı. Kardeşlerden biri, ‘Zübeyir Ağabey, bunları ne yapalım?’ diye sordu. Ben de işe yaramazlar diye, kırıp çöpe atmasını söyledim. O da öyle yaptı… Akşam Üstadımız kırdan döndü. ‘Ne yaptınız Zübeyir? İyice temizlediniz mi buraları?’ dedi. ‘Temizledik Üstadım’ dedim. ‘Aferin Zübeyir’ dedi ve: ‘O florasanları ne yaptınız?’ diye sordu. ‘Üstadım onlar iki üç senedir öylece bekliyorlardı. Bozuktular, tamir de edilemezlerdi. Biz de kırdık attık.’ dedim. Üstad Hazretleri, hafifçe başını sallayarak, ‘Fesübhanallah! Bu insanoğlunun ruhunda meylü’t-tahrip varmış.’ dedi.
“Üstadımız tahribe o kadar karşıydı ki, yumurtayı yerken kabuğunu tamamiyle soymaz, kırmamak için küçük bir delik açar ve buradan tabağa dökerek pişirtir ve yoğurtla beraber yerdi. Yumurtanın kabuğunu da ezmezdi. Onun bu hassasiyeti, bize ‘İnsana hizmet eden eşyanın da ihtirama lâyık olduğu’ kanaatini uyandırırdı.”
Gerçekten güzel hatıralar…