Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalı'nda Hadis-i Şeriflere gelen itirazlara cevap verirken Onuncu Asıl’da şöyle diyor:
Onuncu Asıl: Mahlukatın çoğu tâifelerinde olduğu gibi insanların fiil ve amellerinde bazı hârika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin övünme vesileleridir. Yoksa, uğursuzluk sebepleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî (hükmî şahsiyet), birer gâye-i hayal (hedef) hükmüne geçerler. Diğer fertlerin her birisi o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd, mutlak, mübhem bulunup her yerde bulunması mümkün… Şu kapalı ve belirsiz durum itibariyle mantıkça kaziye-i mümkine (olabilirliği mümkün önerme teorisi) suretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani her bir amel, şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ ‘Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir Hac sevabı kadar sevap alır.’ İşte iki rekat namazın bazı vakitte bir Hac sevabına mukabil geldiği hakikattır. Her bir iki rekat namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün mâdem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi hadislerdeki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: ‘Gıybet, insan öldürmek gibidir.’ (Deylemî) Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, öldürme gibi, öldürücü zehirden daha muzırdır. Meselâ: ‘Bir güzel söz, bir köleyi âzat etmek gibi büyük bir sadakanın yerine geçer.’ Şimdi terğib ve tevik için o mübhem mükemmel ferd, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir surette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyası (ölçü ve ölçeki) ile ebedî âlemin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne denk gelemez. Amellerin sevabı o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz. Mesela: “Kim, ‘Bütün hamdler, övgüler göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Göklerde ve yerde büyüklük âlemlerin Rabbi olan O’na mahsustur. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Bütün hamdler göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Göklerde ve yerde azamet sadece âlemlerin Rabbi olan O’na aittir. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Mülk sadece O’nundur. O göklerin Rabbidir ve sonsuz izzet ve hikmet Sahibidir.’ duasını okursa, ona Musa ve Harun’un misli kadar sevap verilir.”
İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir: Hakikati şudur ki; dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhissemların sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Ebedî âlemde Rahîm-i Mutlak olsan Cenab-ı Hak, ebedî saadette nihayetsiz ihtiyaç içinde olan bir kuluna bir tek zikir ve evrada mukabil vereceği sevabın hakikatı, o iki Zât’ın (Musa ve Harun Aleyhimesselamların) sevaplarına –fakat bizim ilim ve tahmin dairemize giren sevaplarına – denk olabilir. Meselâ; Bedevî, vahşî bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikri ile bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sâfdil bir tâife var ki, eskiden: ‘Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor’ diyorlardı. Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi (sıradan) bir surette hayal ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde (büyüklük ve ihtişamında) farz ediyorlar. şimdi biri o adamlardan birisine dese: ‘Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.’ O söz hakikattır. Çünkü padişahın haşmetinden onun dar fikir dairesine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevket ve haşmettir.
“İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete yönelik sevablara dair hakikatları o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hz. Musa Aleyhisselam ve Harun Aleyhisselamın meçhulümüz olan (bilmediğimiz) hakikî sevapları ile mukayese ve muvazene değil, -çünkü, teşbih kaidesi, meçhulü maluma kıyas eder- belki muvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla bir mümin kulun, bir zikir ve evradına mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır.
“Hem de, deniz yüzü ile katrenin (su damlasının) göz bebeği, Güneş’in tamam aksini tutmakla müsavidirler. Fark, keyfiyette, kalitededir, niteliktedir. Hz. Musa Aleyhisselam ve Harun Aleyhisselamın denize benzeyen ruh aynalarına yansıyan sevabın mâhiyeti bir damla hükmündeki bir mümin kulun bir âyetten aldığı sevabın aynı mahiyetidir. Mâhiyet yönünden, kemiyetçe, nicelik olarak birdirler. Keyfiyet ve nitelik ise, kabiliyete tâbidir. Hem bazan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış olabilir. Demek ki, bazı hâller oluyor ki, bir tek âyet bir Kur’an kadar fayda verebilir. Hem İsm-i Âzam’a mazhar olan Resûl-i Ekrem’in (S.A.S.) bir ayette mazhar olduğu İlahî feyiz, belki bir peygamberin bütün feyizleri kadar olabilir.
“Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik çam parçasında, gökler yıldızlarıyla beraber görünebilir; öyle de, hâlis niyet ile şeffâfiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, gökler gibi nûrânî sevaplar ve faziletler yerleşebilir.”
Gerçekten Üstad Bediüzzaman Hazretleri, engin ilmi, derin basireti ile, bazı hadis-i şeriflere gelecek itirazlara dolgun cevaplar veriyor ve o hadisler için, “Ya bir tesiri, ya bir te’vili, ya bir tabiri vardır” dedirterek, onlara ilişmekten vazgeçirecek aklî delilleri zengince ortaya koyuyor. Cenab-ı Hak, kendisinden ebediyyen râzı olsun…