Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Eğer dağları yürütecek, yeri param parça edecek, ölüleri bile konuşturacak bir kitap olsaydı, işte o, bu Kur’an olurdu! Ne var ki, Allah böyle yapmadı. Bu mevcut durumu takdir buyurdu. Çünkü emir ve hüküm yalnız O’nundur. Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidayet eder, doğru yola koyardı. O kâfirlerin kendi yaptıkları işler sebebiyle başlarına durmadan belâ inecek veya ülkelerinin hemen yanı başına düşecek ve bu hâl Allah’ın vaat ettiği kıyamet gelinceye kadar sürecek. Allah asla sözünden caymaz.” (Ra’d, 13/31)
“Sana da daha önceki Kitapları hem tasdik edici hem de onları denetleyici olarak bu Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde bütün ehl-i Kitabın aralarında Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati de terk edip de onların keyiflerine uyma! Her birinin için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı şeriatlar dairesinde sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı. Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! Zaten hepinizin dönüşü Allah’a olacak. O da hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri size tek tek bildirecektir. (haklıyı haksızı iyice belli edecekti) Ve şu emri indirdik. Aralarında Allah’ın sana indirdiği hükümler ile hükmet! Sakın onların keyiflerine uyma ve Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın! Şayet yüz çevirirlerse bil ki Allah onları bazı günahlardan dolayı musibete uğratmak istiyordur. Zaten insanların birçoğu Allah’ın emrinden dışarı çıkmaktadır. Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar. Fakat kesin olarak iman eden insanlar için, Allah’tan daha güzel, daha doğru bir hâkim bulunabilir mi?” (Mâide Suresi, 5/48-50)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Bu âlemde görüyoruz ki; Bu zîruhlar (ruh sahibi varlıklar ve bilhassa insanlar, cinler, ruhanîler), şuurlu ve aklî olarak olmasa da hissen ve fıtraten hissediyorlar ki, her biri, hadsiz bir âcizlik ve zaaf içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var. İktidar ve sermayesi binden birine kâfi gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, mânen, fıtraten yalvarır, kendine mahsus sesiyle, lisaniyle dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salavatlar ile bir Alîm-i Kadîr dergahına iltica ederken, birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtrî duasını işiten Alîm-i Mutlak bir Kadîr-i Hâkim, imdatlarına yetişir, bütün isteklerini yapar. Ağlamalarını gülmeye bağırmalarını teşekkürlere çevirir. Bu alîmâne, hakîmâne, rahîmâne yardım, pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin tecellisiyle isteklere, yardım yakarışlarına cevap veren, bir Rahîm-i Kerimi bildirip O’na takdim ve tahsis en mânâsıyla Mirac-ı Ekber’de Muhammed Aleyhisselatü Vesselam ve küçük miraç olan namazlarda onun ümmeti Essalavâtü ve’t-tayyibatü lillah der.” (On Beşinci Şua, Üçüncü Kelime)
“Bütün yollar kapalıdır, ancak Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın yolu açıktır.” demişler. Fakat bazan oluyor ki, Muhammed Aleyhisselam’ın caddesidir ve Cadde-i Ahmediye dâhilindedir. “Bazan oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar; fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediye’nin eczasındandır. (Yani onun bir parçasıdır.) Hem bazen oluyor ki, meczûbâne bir keyfiyet veya bir istiğrak halinde veya münzevi bir vaziyet veya bedevî bir surette. Muhammedî caddeyi düşünmeyerek, yalnız ‘Lâ ilahe illallah’ demek onlara kâfi geliyor. Fakat bununla beraber, en mühim cihet budur ki, âdem-i kabul (kabulsüzlük) başkadır, kabul-i âdem (yoku kabul etmek) başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada câhil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız ‘Lâ ilahe illallah’ı biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fakat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında yalnız ‘Lâ ilahe illallah’ kelâmı, kurtuluş sebebi olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hâl, bir derece özre vesile olan câhilâne kabulsüzlük değil; belki o yoku kabul ve inkârdır. Mucizeleriyle, eserleriyle kâinatın iftihar tablosu ve nev-i beşerin şeref vesilesi olan Muhammed Aleyhisselam’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz…” (Yirmi Altıncı Mektup Dördüncü Mebhas, Beşinci Mesele)
Bu çok önemli mesele üzerinde hem âyetler hem de Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadeleri üzerinde çok düşünmek gerekir.