Hac Suresinde geçen secde âyetinde buyuruluyor ki: “Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar ağaçlar bütün canlılar ve insanların bir çoğu hakkında ise, azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah, ne dilerse, yapar.” (22/18)
Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalına bu âyeti serlevha yapan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kainat sarayında çalışan ameleler ile ilgili orijinal hakikatlar anlatmış:
“Şu büyük ve geni Âyetin Hazinesinden yalnız bir tek CEVHERİNİ göstereceğiz. Şöyle ki: Kur’an-ı Hakîm sarahat ile apaçık şekilde ifade ediyor ki: Arştan ferşe (yere), yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere (balıklara), gezegenlerden zerrelere kadar herşey, Cenab-ı Hakka secde, ibadet, hamd ve tesbih ederler. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları İlahî Güzel İsimlere ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibadetlerinin çeşitliliğinin bir nevini bir temsil ile beyan ederiz. Mesela: “En güzel temsiller Allah’a mahsustur.” (Nahl Suresi, 16/60) Büyük bir mülk Sâhibi, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o Zât dört nevi ameleyi onun binasında istihdam edip kullanır.
“Birinci nevi: Onun kul ve köleleridir. Bu nev’in, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar efendilerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet lâtîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, O mukaddes efendilerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o Efendinin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç oluyorlar.
“İkinci kısım ki: Bazı avamdan hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin işliyorlar. Belki o şanlı Mâlik onları kullanıyor. Kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki; amellerine ne çeşit küllî gayeler, alî, yüce maslahatlar terettüp ediyor. Hatta bazıları zannediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.
“Üçüncü kısım: O mülk Sahibinin bir kısım hayvanları var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor, onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına uygun işlerde çalışmaları onlara bir lezzet veriyor. Çünkü bilkuvve (potansiyel) bir kabiliyet ve istidat, fiil ve amel suretine girse; gelişerek teneffüs eder, bir lezzet verir. Bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu mânevî lezzettir. Onunla yetiniyorlar.
“Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar, kimin için işliyorlar, diğer işçiler de niçin işliyorlar, hem o mülk Sâhibinin maksadı nedir, niçin işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin diğer amelelere bir yönetme, gözetme konumları var. Onların derecelerine ve rütbelerine göre derece derece maaşları var.
“Aynen bunun gibi, göklerin ve yerin Muhteşem Sâhip ve Mâliki Cenab-ı Hak ve dünya ve âhiretin Yaradanı Rabbülâlemin, değil ihtiyacı için –Çünkü bir emirle herşeyi Yaratan O’dur- belki, izzet, azamet ve rubûbiyetinin şuunatı (Rabbülâlemin olarak icraatı) için şu kainat sarayında şu sebepler dairesi içinde hem melâikeyi, hem hayvanatı, hem cansız cemadat ve nebâtâtı, hem insanları istihdam edip çeşitli hizmet ve görevlerde kullanıyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nevi ameleleri ayrı ayrı ubudiyet vazifeleriyle mükellef etmiştir.”
Atomları bile hareket halinde işler yaptıran Cenab-ı Hakkın, bu icraatından, isimlerini devamlı tecelli ettirip yeni yeni sanat eserlerini, çeşit çeşit sanat nakışlarını galerilerde sergilemesi, herşeyden önce kendi sanat hârikalarını kendisi müşâhede etmesi, melek, ruhânî insan ve cinler gibi şuurlu varlıkların o sanat motiflerini görüp Sanatkârını hayranlıkla takdir etmeleri gibi hikmetleri söz konusudur… Aslında “Fa’âl” isminin Sahibi olan Cenab-ı Hakkın bizzat Kendisiyle ilgili, hiçbir felsefî düşüncenin çözemediği ince ve derin bir hikmet ve sır burada gizlidir.
Bu hususla ilgili düşüncelerini özetlersek Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki: Felsefecilerin, her şeyin hikmeti kendisine bakar, bir de insanların onlardan istifadesine bakar şeklindeki hikmetleri bana çok kısır ve sığ geldi. Doğmadan ölen, çekirdek, tohum halinde gelişmeden gidenler var. İnsanların hiç görmediği sanat güzellikleri var. Başka bir hikmet gerekir, diye düşündüm. Bu ilahi sanatları insan ve melek gibi şuurla varlıkların bir kitap gibi mütalaa etmesi bir hikmeti. Bir sene sonra bu hikmet yetmedi… Başka ne gibi hikmetler olabilir diye düşündüm. Kalbime, Cenab-ı Hakkın kendi sanatlarını müşahede etmesi hikmeti geldi. Hatta tohum halinde, niyet halinde olanları bile olmuş gibi bilmesi dahi yeterli. Sonra bu hikmet de yetmedi, başka bir hikmet daha araştırdım. Sonra kalbime geldi ki: Cenab-ı Hak, hiçbir şeyi hareketsizliğe mahkûm etmemiştir. Hareket ve faaliyette lezzet vardır. Hareket, bizzat lezzettir. Biz “lezzet” kelimesini, bizim anladığımız mânada Cenab-ı Hak hakkında kullanamayız. Ama, hiçbir şeye muhtaç olmayışına, istiğna-i mutlakına uygun olacak ifadelerle lezzet-i mukaddese tabirini kullanabiliriz. Kainatta, bu hiç durmayanları durdurmayan Fââl Zatın bu, faaliyetini bu sırrı da ayrı bir hikmettir. Bu sır ve hikmeti bilen, çözen, tesbit eden başka bir düşünce de yoktur.