"Yaradılıştan sürmeli gözlü olmak, sonradan boyama sürmelilik gibi değildir" Yani yapma, sunî bir şey ne kadar güzel olursa olsun, doğuştan, fitrî şeyler mertebesine yetişemez ve onların yerine geçemez. Her halde sun'iliğin, yapmacık hareketlerin yanlışlıkları onun her hal ve tavrından belli olacaktır. Sinek tavus kuşunu; yıldız böceği Güneşi; dağdaki çoban, bir padişah veya bir ilim adamını ne kadar taklid edebilir? Elbette bütün hareketleri "Ben sahtekârım" diye bağıracaktır. Evet o Zât (s.a.), Hz. Âişe (r.a.) gibi zeki hanımlarla yaşadı. Etrafında Hz. Ömer (r.a.) gibi her şeyine dikkat edenler vardı. Bir insanın iç dünyası evinde açılır. Hile olmazsa rüyalarında, sayıklamalarında birçok yönleri dışa vurur. O kadar gök değişik durumlarla karşı karşıya geldi, münafıkların iftiralarının ortalığı alt üst ettiği anlar oldu, bütün bunlara rağmen hiçbir şüpheli durum olmadı, hiç bir açığı görülmedi. Eğer beş vakit demişse, kendisi sabahlara kadar ibadet ettiği oldu. Eğer farz-ı muhal aksi bir durum olsaydı, beş vakitten de kaçamak yapması beklenir, gözlenir ve ilan edilirdi. Halbuki sâdık ve emin olduğuna sayısız şâhitler var.
Yüksek ahlâk ve huyları, hakikata yapıştıran ve daima yaşatan ciddiyet ve doğruluktur. Yani güzel ahlâklar, doğruluk toprağından başka yerde yetişmez.. Düşmanlarının itirafı ile bile Hz. Muhammed (s.a.)'de bütün güzel huylar toplanmıştır. Öyle ise doğruluk olmadan bunlar olmayacağına göre, o sadık bir insandır. "Allah'ın Peygamberiyim" sözü, hakikatin ta kendisidir.
Birbirine münasip ve uygun şeyler arasında meyil ve câzibe vardır. Aralarında birleşme olur. Birbirine zıt şeyler arasında da nefret ve itme vardır. Evet, melekler temiz ve yüce oldukları için uğursuz ve habis şeytanları reddederler. Bunun gibi, güzel ahlâklar güzellikleri; çirkinlikler de kötü huyları çeker. Bir zâtta yüksek ahlâkların, güzel huyların birleşmesinden izzet-i nefis, haysiyet vakar gibi (sahtekârlık ve benzeri alçak şeylere tenezzüle müsaade etmeyen) yüksek haller meydana gelir. Evet o devirden bu devire kadar, Ebu Cehil dâhil hiç kimse Resulullah Efendimiz (s.a.)'de tek bir tane kötü ahlâkın varlığından söz etmemiştir. Öyleyse O'nda nasıl yalancılık ve sahtekârlık düşünülebilir? Daha fenası Allah'a "iftira ederek, kendi sözlerini nasıl Allah'tan gösterebilir? Bundan daha büyük tenâkuz olabilir mi? Peygamberimizi inkâr etmek psikolojik ve sosyolojik gerçekleri inkâr etmektir.
Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ: Çok iplerin meydana getirdiği urgandaki kuvvet birbirinden ayrılmış olan iplerin her birinde bulunmaz. Evet, yalnız cesaretiyle meşhur bir adam kolay kolay yalana tenezzül etmezse, bütün yüksek ahlâkı kendisinde toplayan bir zât nasıl yalan ve hileye tenezzül edebilir?
Peygamberimiz (s.a.)'in dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hiyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer yaradılışında, huylarında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olsaydı mutlaka gençlik sâikasıyla dışarıya vururdu. Halbuki bütün ömrünü tam bir istikâmetle geçirmiştir. Düşmanları bile hile denebilecek herhangi bir hâlini görmemişlerdir. Ayrıca insan kırk yaşına ulaştığında terki mümkün olmayan bazı alışkanlıklarını katiyyen üzerinden atamaz. Peygamberimiz (s.a.)'in bütün iyi meziyetlerinin dışında herhangi bir kötü alışkanlığı olmadığı gibi tam kırk yaşının başında yaptığı o büyük inkilâbı âleme kabul ve tasdik ettiren, onun herkesçe bilinen doğruluğu ve eminliği idi.
Peygamberimiz (s.a.)in bir başka yönü yaradılış itibariyle hârika oluşudur. Çünkü bütün güzel ahlâklar kendisinde toplanmıştır. Güzel ahlâklar gerçi birbirine zıt değildir. Ama bir kimsede galip olma bakımından bazıları bazılarıyla çekişirler. Bir kısmı son derece gelişse, öbürleri zayıflar. Meselâ: Son derece halim-selim yumuşak olan, son derece cesur olamaz. Son derece tutumlu olup iktisada riayet eden kimse, son derece cömert olamaz. Mükemmel bir ilim adamı, mükemmel bir kumandan olamaz. Çünkü ilim adamı düşüne taşına, tecrübe ede ede neticeye ulaşır. Halbuki harplerde tereddüt zikzakları içinde kararsızlıktan askerin cesaretini kırmaktansa, yanlış dahi olsa zamanında ânî karar vermek daha iyidir.
İşte Peygamber Efendimiz (s.a.) o kadar yumuşak o kadar şefkatliydi ki, kendisine ve yakınlarına canavarca davrananları, bütün imkânların eline geçtiği bir anda affetti. Halbuki harplerde tek başına —Huneyn'de olduğu gibi herkesin döndüğü anda düşman üzerine yürüdü. Hz. Ali (r.a.) gibi yiğitler, sıkıştıkları zaman O'nun arkasına sığındıklarını ifade ediyorlar.
Son derece cömert idi. Yanında bir şey bırakmayıncaya kadar muhtaçlara dağıtırdı. Eğer altın gümüş, namına muhtaçlara ulaştıramadığı birşeyler yanında kalırsa sabahı zor ederdi. Ebu Serve Ukbe b. el-Haris (r.a.) şöyle anlatıyor: Medine-i Münevvere'de Peygamber Âleyhisselâmın arkasında ikindi namazını kıldım. Selâm verdi, sonra acele kalktı; halkın omuzlarından atlayarak zevcelerinden birisinin hücresine gitti. Halk, Peygamber Âleyhisselâmın acele etmesinden telâşa düşmüştü. Resul-ü Ekrem (s.a.) hemen halkın yanına çıktı, acele ettiği için şaştıklarını gördü ve söyle dedi:. "Evimizde bir miktar altın ve gümüş parçaları vardı onu hatırladım. (Allah'a teveccühten) beni alıkoyar diye korktum da dağıtılmasını emrettim" Buhâ'rinin başka bir rivayeti: "Sadaka malından evde bir parça altın ve gümüş bırakmıştım; onların geceleyin evde kalmalarını hoş görmedim" Bir başka rivayette ise, Efendimiz (s.a.): "Uhud dağı altın olarak elimde bulunsaydı, borçlarım için ayırdıklarımın dışında hepsini de üç günden fazla bekletmeden dağıtmak hoşuma giderdi" buyuruyorlar.
Bu derece cömertliği yanı sıra israf ettiği ise hiç görülmemiştir. İslâmiyetin gâlip geldiği, hazinelerin dolup taştığı zamanlar bile israfa benzer hiçbir haline rastlanmamıştır. Hatta hurma liflerinden örülmüş, kuru bir hasırın üzerinde uyuduktan sonra yüzünde meydana gelen izleri görünce Hz. Ömer (r.a.) üzüntüsünden ağlayarak, Kayser ve Kisraların şahane yaşayışlarını ileri sürüp eldeki imkânlarla bir şeyler hazırlamayı teklif etmişse de kabul etmemiştir.
İlmin yeni farkına vardığı birçok hakikati ifade eden Hadîs-i Şerifleri yanında, devamlı az kuvvetlerle kat kat üstün düşmanlara karşı koyacak harp taktikleri ortaya koymuştur. Buna misal olarak sadece Bedir ve Uhud yeter. Bundan sonrakiler hariç sadece buraya kadar saydığımız bütün fevkalâde meziyetlerin bugüne kadar yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük dâhîlerde dahi görülmüş olmaması, O'nun en büyük rehber ve peygamber olduğunun delili olarak yeterli değil midir?