1942’de Diyarbakır Hazro kazasında dünyaya gelen İsmail Çetin Hocaefendi 17/6/2011’de vefat edilmiş ve Isparta’da defnedilmiştir. Geriye binlerce talebe ve onlarca eser bırakmışlar.
“Mufassıl Medenî Ahlak” isimli eserinde, ‘Ben neyim? Ahlâken yerim nedir? Nereden gelip nereye gidiyorum? Şeklindeki soruları ile okuyucuyu düşünmeye sevkeder. Kendisini bir kişi Isparta’da bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin ziyaretine götürdü. Ve dedi ki: “Üstadım bu kardeşimizin müşkülleri varmış; çoklardan soruyor ve diyor ki: ‘Ben neyim? Nereye gidiyorum? Kendimi nasıl tanımlayacağım?”
İsmail Çetin Hoca diyor ki: “Bediüzzaman Hazretleri bu sorular üzerine kafasını eğdi, derin düşünceye daldı, sonra bana: ‘Bu soruların cevabı nazarî değil, amelîdir. Zaman ister!’ Sonra da muazzam bir bakışla: ‘Eğer doğru söylüyorsan, doğruları bulunsun. Haydi git ara bul erbabını!’ dedi. Ben de ağlayarak yanından ayrıldım.”
İsmail Çetin Hoca, tasavvuf kapısına intisaplı olmasına rağmen, Risale-i Nurlardan istifadeyi sürdürür. Kendi ifadesiyle, Mesnevi-i Nuriyeyi elliden fazla okuduğunu söyler.
İsmail Çetin Hocaefendi, başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: Isparta’ya ilk geldiğim seneler (1971-1972) bir köyde imamlık yapıyordum. Benden önceki imam kırk sene bu köyde vazife yaptığı halde kendi çocukları dahil hiç kimseye bir şey öğretmemişti. Halbuki kendisi Konyalı Vehbi Efendinin talebelerinden imiş, kendisinin çok ilmi de vardı.
Bir gün konuşurken Bediüzzaman’dan bahis açtı: “Bir gün tarlada çalışıyordum. O Barla’daki, Kürt Hoca köye gelmişti? Kitaplarını bana hediye etti, ben reddettim. Kitapların köye girmesine de mâni oldum. Hatta bu olaydan sonra Hoca, Atabey yolu bu köyden geçmesine rağmen bu yolu hiç kullanmadı.” dedi.
“Baktım ki hoca Üstad aleyhinde… Aynı gün Mesnevi-i Nuriye’nin Arapçasını, dışını kağıtla kaplayarak kendisine götürdüm. Kitaptaki bir ibareyi göstererek ‘Hocam ben burasını anlayamadım. Bana anlatır mısın?’ dedim.
“Okudu, çok hoşuna gitti. ‘Bu ibare Kadı Beyzâvî’nin mi?’ dedi. Başka bir yer gösterdim, yine okudu, hayran kaldı. Üçüncü defa aynı durum tekerrür edince ‘Bu kitap Kadı Beyzâvî’nin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. ‘Said Nursi’nin’
“Hayretle ‘Yahu bana onun için ‘ümmî’ demişlerdi, ‘Bir şey bilmiyor’ demişlerdi deyince, ‘Ümmî olan böyle bir şey yazabilir mi?’ dedim.
“Sonra ona: ‘Hocam, ben senin ilminin bereketinin neden olmadığını 40 senedir neden kimseye faydalı olmadığını şimdi anladım. Sen Bediüzzaman’ı rencide ettin. O da senin ilminin feyzini kesti’ dedim.”
“Durdu, düşündü, sonra hızla eli benim tütün tabakasına gitti. Ben, bana vuracak sandım. O büyük bir üzüntü ile onu kendi kafasına vurdu ve pişmanlık içinde ‘Eyvah! Hoca sen, 40 sene önce bu köye gelseydin’ dedi.”
“Dedim ki, ‘Hocam, Allah Teâlâ iki kişiye harp ilan edeceğini haber veriyor:
1-Faiz Yiyenler; Bu, âyetle sabittir.
2-Allah’ın velilerine eziyet edenler. Bu ise, Kudsî Hadis ile sabittir. Üstad Bediüzzaman’ın en büyük velilerden olduğunda şüphe yoktur.’
“Anladım, anladım, ama, şimdi anladım!.’ dedi. Çok üzüldü… Ondan sonra beni nerede görse hüngür hüngür ağlıyordu. Kısa bir süre sonra da hastalandı ve vefat etti.
“Evet Bediüzzaman, asrı tedavi edecek çapta bir insandır. Cem’ül-Cem’ mertebesindedir. Nâdir ulema bu mertebeye çıkmıştır. Bizim Bediüzzaman’ı tartacak terazimiz yoktur. Bizim dar terazimize onu koymuyor.”
(Salih Okur, Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman)