Kur’an, dağları yürütecek, arzı parçalayacak, ölüleri konuşturacak bir konumda olan bir Kitap değil sadece… Kalblere itminan verecek, nur, şifa ve feyiz kaynağı, dünya ve âhiret saadetinin vesilesi olan İlahî Kelam nasıl okunmalı? Önce onu okumaktan maksat ne? Bu hususlarla ilgili olarak muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tesbitlerine dikkat edelim: “Kur’an-ı Kerim okuma meselesinde Onu, Türkiye’de, Mısır’da, Suud’da veya bir başka yerde daha güzel okunuyor gibi yaklaşımlarla ele almak doğru değildir. Doğru olan, Kur’an’ın muhtevasını kavrayabilme ve onu seslendirebilmedir. Zaten Kur’an bütünüyle müzikaldir. Önemli olan, muhtevadan hareketle ondaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir. Mesela; Kur’an’da konuşması, mağrur, mütekebbir, mütecebbir bir edâ ile ve elini kalçasının üzerine koyarak, caka satan bir insan imasıyla verilir. Mesela; Hz. Yusuf karşısında konuşan Zeliha, Onun Hz. Yusuf’a ‘Haydi gel’ deyişini okurken kırıta kırıta, şuh bir edayla konuşan bir kadını görür gibi oluruz. Bu fettan teklife iltifat etmeyip ondan kaçan Hz. Yusuf ise olabildiğine kararlı, ürperti içinde ve tok sesli birisi olarak karşımıza çıkar. Ve daha yüzlerce m isa… İşte âyet-i kerimeleri okurken, sesiyle bu muhtevaları aksettirebilme önemli bir esastır. Mustafa İsmail dînî hayatı ve yaşantısı itibariyle çok dikkatli birisi olmayabilir ama, bu mânada Kur’an okumada çok başarılı birisiydi. Abdülbasit çok güzel okuduğu yerler vardır ama, arzettiğimiz anlamda Kur’an okumadan önce, okuyacağı yeri piyano ile notalara vurarak kafasında iyice resmedermiş. Bunun -şer’î yanı mahfuz – mutlaka gerekli olduğuna kâni değilim. (Ezherli Lokman Hocamız, bu hususta, Mustafa İsmail’in bu söylentiden çok rahatsız olduğunu ve asla böyle bir şey yapmadığını söylediğini ifade etmişti.)
“Şimdilerde her yerde bu çerçevede Kur’an’ın okunduğu söylenemez. Ses ve nağme ile beraber muhtevanın hakkını yemeden, onu olduğu gibi ortaya koyma, maalesef yok denecek kadar az. Hele, ihlasla onu soluklamak ender-i nadirattan…
“Bugün Türkiye’de, değişik alanlarda kendi çizgimize dönüşen yaşandığı gibi musikide de böyle bir dönüşün yaşanması üzerinde mutlaka durulmalıdır. Üzerinde durulmak bir yana, bu mevzuda olabildiğine ısrarlı olunması gerekir. Pop müziğinin gençler arasında çok yaygın olması ve medyanın sürekli ona destek vermesi, stadyumların Popla inim inim inlemesi, onun Michael Jackson gibi şarkıcılarla daha büyük bir hal alması vs sair… gibi oldukça yoğun ve organizeli faaliyetler yanında, musikimize sahip çıkmanın zorluğu meydandadır. Ama bütün bu zorluklara göğüs gererek bu uğurda mutlaka olağan üstü bir gayret gösterilmelidir. Öyle inanıyorum ki, yakın bir gelecekte bu ülkede, genç-ihtiyar bizim insanımız, mutlaka kendi musiki anlayışımız, musikî zevkimizle bütünleşecek ve kendi musiki deryamız içinde eriyip gidecektir, eriyip gidecektir ama bizim sistemli gayretlerimizle… ihtimal işte o zaman, ülkemiz bu alanda işgalden kurtulmuş olacak ve tekrar Itrî, Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk gibi dahî musikişinaslara kavuşacaktır.
“Unutmayalım, bu bir ihtiyaçtır. Ve siz bunu meşru bir çizgi içinde ele alıp, düzenlemez iseniz, millet gider gayr-i meşru bir çizgiye kayar… Kayar ve müzik diyerek çılgınlıklara ve hezeyanlara girer. Aslında böyle bir anlayışın psikiyatri açısından tahlilinin yapılması yararlı olur, zannediyorum, Zira, böylesi çılgın şeylere müzik deyip, onunla tatmin olan, olabilen veya olduğunu zanneden insanların tavır ve davranışlarını normal kabul etmek oldukça zordur.
Yalnız şimdilerde bu düşünce birden bire hüsnü kabul görmeyebilir. Ama unutmayalım her yeni düşüncenin topluma mal edilmesinde böyle bir süreç yaşanmıştır. Dün bu ülkede ilim ve irfan yuvaları açan, ehl-i himmet ehl-i gayret insanlar, senelerce bir-iki insanla teselli olmuşlardır. Kimse yanlarına uğramamış; hiç kimse onları kabullenmemiş. Ne var ki, onlar yılmadan usanmadan doğru bildikleri yoldan ayrılmamışlardır. Allah da onların sadakatlerinin mükafaatını vermiştir. (…)
“Klasik Türk sanat musikisinin insanlara belki seviye kazandırdığı çoklarının kabul ettiği gerçeklerdendir. İcra edilen musikinin derinliklerine inebilen, ondaki incelikleri kavrayabilen şahıs, bir müddet sonra belli bir inceliğe ulaşabilir ve üzerindeki bedeviliklerden uzaklaşabilir. (…)
“Unutmayalım ki, Osmanlı döneminde bunun kaynağı tekye ve zâviyelerdi. Dolayısıyle şimdi de tekye ve zâviyelerin misyonlarını üstlenecek ve musikinin şekillendireceği insanlara kaynaklık edecek kuruluşların olması şarttır. Bedeviliğini yaşayan insanlara, yukarıda arzetmeye çalıştığım hususların gerçekleşmeyeceği herhalde izahtan vârestedir.”
(Fasıldan Fasıla -3)