Bir lisan, dehâsını, toprağın belâğatına sunduğu hususiyetlere, unsurlara borçludur. Arazinin topoğrafyası, hava ve iklim şartları çiçek ve bitki örtüsü, bir lisanı diğerinden ayıran servetin özünü teşkil eden fikirlerin ve hayallerin anasıdır. Böylece toprak, bir milletin dehâsının ifade belâğatına mührünü basmış olur.
Mecaz ve benzetmeler, bir belâgat tahlilinde, bir lisanın coğrafî koordinatlarını tesbit etmeye en çok elverişli olan edebî unsurdur.. İşte İmri'ül-Kays, harp atını methediyor: "Düşmana saldırır, geri çekilmesi yalancıktandır. Atılış ve çekilişleri bir kayanın tepesinden akan sel hızı iledir" Bu şiirde kullanılan mecazlar, çölün hem manzarasına ve hem de hayatına uygun mukayeseler yapmak imkânını vermektedir. Câhilliye devrinin usta şâiri, coğrafî muhitin kendisine verdiği unsurlar mükemmel bir şekilde kullanmıştır: Bir Arap atının görünüşü, bir vâdinin sarp kayalarından hızla dökülen ırmağa benzemektedir. Bu mısra tamamen bir Arap mısrâıdır. Zira aksettirdiği çizgiler çölün ve Arap hayatının öz nakışlarıdır.
Halbuki Kur'ân-ı Kerim'deki ifadeler ekseriya çölün bedevî yasayışı ile alâkasızdır. Bilâkis, daha çok başka diyarların manzara ve unsurlarından istifade edilmiş, bulunan mecazlarla doludur.
Ağaç yetiştirme tekniğine ve bahçıvanlığa ait unsurlar bize çölün kuru ve verimsiz topraklarından çok, kalın humus tabakalarıyla örtülü bereketli toprakları hatırlatmaktadır.
Kur'ân'daki nehirlerin çizmiş olduğu yeşil manzaralar, Arabistan Çölünün susuzluklarından ziyade Nil'in Ganj'ın ve Fırat'ın geçtiği bereketli toprakları akla getirmektedir.
Ölmüş toprağı canlandırmak için rüzgârların taşıdığından bahsedilen bulutlar, bu çöl kıtasının, kızgın bir kupaya benzeyen ve bizzat çöl gibi yakıcı semasının rastladığı manzaralardan değildir.
Kur'ân'da öyle nazarî unsurlar vardır ki, ne Arab semasıyla ilgilidir, ne de toprağıyla...
Meselâ: "Yahut kâfirlerin amelleri öyle derin bir denizdeki karanlıklar gibidir ki, onu yani o denizi bir dalga kaplayıp bürümektedir. Bunun üstünde bir dalga, onun üstünde bir bulut. Hulâsa birbiri üstüne yığılmış tabaka tabaka karanlıklar. O kadar ki, oraya düşen birisi elini çıkardığı zaman elini bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için bir nur yoktur" (Nur/40)
Bu misaldeki teşbihler ne Arabistan coğrafyası ile ne de cahiliyet devrinin Ocenographie (denizciler cografyası) bilgileri ve entellektüel seviyesiyle iştirak hâlindedir.
Bilâkis bu misal bize, Kuzey Denizlerinin İzlanda ve Ferre-Neuve'ün puslu sahillerinden seyredilen şişli manzaralarını seyrettirmektedir.
Eğer gençliğinde Hz. Peygamber (s.a.)'in deniz gördüğü hesaba katılırsa unutulmamalıdır ki, bu denizler ancak Kızıl Deniz ve Akdeniz olabilir; Kuzey denizleri değil. Binaenaleyh, nasıl olup da onun bu âyetteki loş manzarayı çizebildiği ancak ilâhî vahiy ile izah edilebilir bir hususudur.
Bununla beraber bu dış görünüşün ötesinde de bu âyette nazar-ı dikkatimize çarpan az bulunur cinsten bir hususiyet daha bulunmaktadır. Hem iki taraflı bir hususiyet daha bulunmaktadır. Hem iki taraflı bir hususiyet. Dalgaların, üst üste gelmesi ve derinliklerde karanlığın hüküm sürmesi.. Bu iki çizgi deniz altı hâdiseleri hakkında ilmî bilgisi olmayan kimselerin bileceği cinsten şeyler olmayıp ancak son zamanlarda oceonagraphie (oşinografi) ve optik ilimlerinin inkişafından sonra ortaya çıkarılabilmiş bilgilerdir.
O devirlerde bu bilgilerin bulunmadığını, dalgaların üst üste gelmesi ve ışığın yutulması dolayısıyla muayyen bir derinlikten sonra kaybolması hâdiselerinin herkesin meçhulü olduğunu ilâveye lüzum yoktur.
Netice itibariyle Kur'ân'ın mecazları, ne bir çölde teşekkül etmiş bir lisanın, ne de tamamen kit'avî bir muhitte yaşamış bir insanın dehâsından doğabilecek şeyler değildir. Ancak en büyük rehbere gönderilen ilâhî vahiylerdir...