Kur’an dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur ve inatçıdır. ‘İzzet-i nefsim, onurum, gururum’ der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Halbuki insan ‘İnat hissi’ hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir.
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin ifadeleriyle meseleyi ele alacak olursak:
Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hisle sizi güçlendirmiştir. Ne var ki, siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu, zararlı bir hale ınkılab eder. Böyle bir ahlak içinde devam etmek ise –Allah (c.c.) muhafaza buyursun – bir sukût (düşüş) başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki, artık bu ahlakta olan bir insan, karşısında hakkı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmaktan da geri kalmaz…
Onun için imanî meselelerin münakaşa tarzında ele alınması uygun görülmemiştir. Çünkü münazara ve münakaşada nefisler işe müdahale eder. artık hakkı bulma, hakikatta buluşma yerine nefis müdafaaları ve inatlaşma devreye girer.
Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir. Evet Kur’an dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hâsıl ettiği şey, dün ne ise, bu gün de odur. ‘Biz aydınlar…’ diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenlere hayat hakkı tanımayan günümüzde de bir sürü FİRAVUN olabilir. Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa, karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur.
Kur’an dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesâtının (kötü arzularının) tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler.
Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler, iktisadî durumunu düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslam’da görüyoruz. Onlar ise, huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve istisâdî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddî refahın neticesi olarak görmektedir. Yani CÜZDAN DOLU ise, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.
Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddî tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için maddî refah yetmemektedir. Buna AVUNTU FELSEFESİ de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse, o mesuttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefe karnını doyurmayı, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.”
Elbette ki, karın doyurmak için insan beyninin çıkarılıp yedirilemez. İnsan sadece mideden, nefisten ibaret değildir. Kalbin, ruhun, sır, hafî ve ahfâ gibi ince duyguların da ihtiyacı vardır. Her gün yemek yemeye suç içmeye, her an nefes almaya, ziyaya ihtiyacımız olduğu gibi imana, ibadete de ihtiyacımız vardır. Çünkü “Kalbler, gönüller ancak Allah’ı zikretmek, O’nun sonsuz nimetleri üzerinde tefekkür ederek tatmin olup oturaklaşırlar.” (Rad Suresi, 3/28)
Kur’an dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, ‘Bu işin neticesinde maddî olarak ne elde edeceksiniz?’ sorusu hep bu gibi kimselerden gelir.
Yine bunlar, herşeye maddiyatçı bir gözle baktıklarından, ‘Şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?’ derler. İşte bu mentalitedeki kimseler hiçbir zaman HAK ve HAKİKAT adına konuşan, imanın, Kur’an’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler, veya anlayamazlar. Buna da isterseniz ‘Kur’an dışı olmanın kabalığı’ diyebilirsiniz.
Zaten güce bağlı, kuvvete ve kuvvetliliğe tapan, hak güçlünündür, güçlü haklıdır diyen bir anlayışa sahip insanlar dünya savaşlarının müsebbibidirler. Yani milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Bu çatışmaların maskesinden sıyrılıp temeline inince hepsinin birer menfaat çatışmasından ibaret olduğu görülecek. Maddeci, evrimci, Lamarkçı anlayışa göre yaşama hakkına sahip olanlar güçlü olanlardır. Zayıfların yaşama hakkı yoktur. Onun için Kızılderililerin, Aborjinlerin ve Yeni Zelanda yerlilerinin yok edilmesi, mallarının ve topraklarının gasbedilmesi bu anlayışa göre gayet normaldir. Yani güce dayanan medeniyet temsilcilerine göre, dünyanın neresinde olursa olsun, yer altı veya yer üstü zenginlikler varsa, aslında onlar o güçlülerin hakkıdır; tesadüfen o ülkelerde bulunmaktadır. Farkına varılınca oralardan sömürülüp getirilmesi gerekir… Her güçlü grup böyle düşünüp hareket edince, menfaatler herkese yetmediği için çatışmalar, dünya savaşları çıkmıştır. Allah korusun her zaman bir yerlerde yine böyle bir savaşın patlaması söz konusudur.