Ali Ulvi Kurucu Ağabeyin Hatıralarından öğrendiğimize göre:
Mahmud Cevdet Sezer Beyin babası Dağıstanlı Ali Adil Bey, Cihan Harbinde gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katılmış ve İngilizlerle Irak’ta savaşırken şehid düşmüştü. Cevdet Bey, Bağdat’ta doğmuş, 17 yaşında kadar orada kalmış ve tahsil yapmıştı. Arapçası ve Fransızcası çok kuvvetliydi. Felsefe ve Psikoloji muallimi idi. Üniversite’ye (Dâru’l-fünûn) Ali Nihad Tarlan’la birlikte girdiklerini söylerdi. Cevdet Bey çok heyecanlı bir insandı. Çok terbiyeli bir üslûbla konuşurdu. Hidayet yolunu bulmadan önceki hali için şöyle derdi: ‘Ben, inkılap tufanı içine katılıp da perişan olanlardanım. Gafletle geçen yıllarım var…’ Bu sebeple kendisinin hidayete dönüşü, geçen yılların gafletine karşılık, pek şiddetli olmuştu. ‘Allah’ım, ömrüm sana isyanla geçti, beni affet.’ diyerek, her gece yüz rekat namaz kılmayı nezretmişti.
“Bu imanla, memleketin dini hayatındaki baskı ve zulümleri ortaya dökmek onlara karşı durmak için 1947 yılında ‘Doğan Güneş’ adlı dergisini çıkarmıştı. Üstad bu dergide yazılar yazıyor, Arapça ve Fransızca’dan tercümeler yapıyor, nazmettiği dava şiirlerini yayınlıyordu. Kendisi şöyle anlatmıştı: ‘Doğan Güneş’i çıkarır, o şiirleri yazarken mânen çok zengin idim. Çok iyi hâller kazanmış, pek az şaire müyesser olacak hâller görmüş idim. Yatsı namazından sonra evradımı, ezkârımı yapar, bir Fâtiha, üç İhlas, Kul eûzüleri okur, Peygamber Efendimizin (S.A.S.) ruhuna, peygamberlerin âl-i beytin, ashabının, şehitler, sâlihler, veliler ve asfiyanın ruhlarına bağışladıktan sonra yazacağım şiir hakkında düşünmeye başlardım. Hayatımda görmediğim şeyler olur, kâfiyeler âdeta karşıma dizilirlerdi. Geçen günlerde, hissime hayâlime gelip giden şiir, o gece yazılıverirdi.’
“İsmet Paşa’ya hitaben bir şiir yazmıştı. ‘İkinci Abdülhamid’in Şerrü’l-Halefine’ demişti. Hayrü’l-Halefin tersi, ‘Cumhuriyet Halk Partisi Kâbusuna’ diye de bir şiiri vardır. Şiirler dergide çıkınca, aleyhine dava açılmış. Davanın görüleceği günlerde Merhum Bediüzzaman da İstanbul’da imiş. Kendisinin hapiste ve sürgünde olmadığı nâdir vakitlerden birisiymiş ki, Üstad; ‘Memlekette böyle bir kahraman varmış da niye ben görmemişim şimdiye kadar! Beni mahkemeye götürün, şu aslanı bir göreyim.’ demiş. Üstad talebelerinin koltuğunda mahkemeye gelmiş. Cevdet Bey, ‘Üstadın geldiğini işittim, heyecanlandım. Çok yakında oturuyordu. Kendisini görüyordum. Bakışından kıvılcımlar, şimşekler çakan yaşlı bir zat…’
“Hakim sormuş: ‘Bu şiir sizin mi?’ O da ‘Hangi şiir?’ deyince, hakim, ‘Ey bütün milletin iğrendiği, tiksindiği yüz, diye başlayan…’ demiş. Hâkimin sorduğu, derginin ikinci sayısında çıkan “Ebulhevl’ başlıklı şiirdir. Kelime mânası ‘Korku babası, korkunç’ demek olan bu kelime, Kâhire’deki insan başlı ‘Sfenks’in adıdır.
“Cevdet Bey, hâkimin okuyuş şekline sinirlenmiş, ‘Hakim Bey sus, demiş, şiir öyle okunmaz. Özene bezene yazdığım şiiri berbat ettin. Ben okuyayım da sen dinle…’ Başlamış mahkemede suç sayılan şiirini yüksek sesle okumaya:
Ey bütün milletin iğrendiği tiksindiği yüz
Gecelerden daha korkunç olacaktır gündüz
Bastığın yer çökecek saltanatın sallanıyor
Eski kurbanlar içinden alev almış yanıyor
“Hâkim, Cevdet Beyi aklî muvazanesinin muâyene ve tesbiti için adlî tıbba sevk etmiş. Tabiî muâyene, tesbit filan yok. Maksat Cevdet Beyi ağır şekilde cezalandırıp bir şekilde susturmak.
“Cevdet Bey, bir yolunu bulup firar edinceye kadar dokuz ay tımarhanede kalmış. Şöyle anlatırdı: ‘Tımarhane, Allah kimseyi düşürmesin, bir çiledir. Fakat tamamlanması çok güç bir çiledir. Beni azgın delilerin içine koydular. Öldürmüyor, süründürüyorlar. Teselli bulmak mümkün değil. Kendimi Kur’an-ı Kerime verdim. Her gün bir kere hatim indirmeye başladım. Mânasını da anlıyorum. En büyük sohbet, en büyük teselli oluyordu. Bir gece namaz kılıyordum, azgın delilerden biri geldi, üzerime işedi. Benim üstüm başım battı. Hastabakıcıları güç bela uyandırdım, üstümü değiştirdim. İntihar haram, çıkmak imkanı yok, bu şekilde yaşamak da zor.
“Doktorlardan birisi bir gün beni odasına çağırdı ve bana ‘Ben sizin Kabataş Lisesinden talebenizim. Siz bize felesefe, psikoloji derslerine gelirdiniz. Hem hastam, hem hocamsınız. Sizin buradan kurtulma şansınız yok. Kaçmaktan başka çare bulunmaz. Sabah namazlarını bahçede kılarsınız Hasta bakıcılar buna alışacaklar. O saatte etrafta kimse olmaz. Uygun bir vakitte duvardan atlayıp kaçacaksınız’ dedi. Böylece kaçıp Suriye’ye, oradan da Medine’ye geldim. Sene 1949…”
Devirler değişse de cevirler değişmiyor. Ama cevir çekmek mi, yoksa cevir çektirmek mi, hayırlı? Çekenler de, çektirenler de şimdi toprak altında, herkes hesabını veriyor. Bu sürecinkiler de öyle olacak. Bizim yerimiz neresi olmak… Elimizi bir kalbimizin ve vicdanımızın üzerine koyarak derin derin düşünelim…