Çalışkanlar ailesinden Mahmut Çalışkan Emirdağ’da Üstadımızı küçük yaşta tanıyıp hizmet edenlerden… Bazı hatıraları kendisinden dinleyelim:
“1944’de Ağustos ayında insanların camiye gitmeye, namaz kılmaya korktukları bir zamanda Üstadımız (Denizli Mahkemesinde beraat etmesine rağmen o zamanki zâlim ve diktatör idarenin mecbur etmesiyle Emirdağ’a) bir ikindiden sonra gelmiş. Karakola teslim olacağı yerde, meydana seccadeyi sermiş, namazını haşmetle ve huşu içinde kılmış. Namazı eda ettikten sonra da gitmiş teslim olmuş. Burası küçük yer olduğundan yaşanan bu olay herkesin dikkatini çekiyor. Bir de öyle bir kıyafeti vardı ki Üstadımızın, mutlaka dikkatleri çekerdi. Hiçbir hocada olmayan bir kıyafet… Çehresi hiçbir insanda olmayan bir çehre… Nasıl tarif edeyim? Baktığınız zaman saatlerce gözünüzü ayırmak istemiyorsunuz. Nasıl mıknatıs demiri çeker, insanları âdeta öyle cezbediyordu yüzü. Öyle bir nurluydu ki, hâli, kıyafeti… Sanki hiç bu dünyanın insanı değil. Onun için Üstad, herkesin ilgisini çekiyordu.
“1953’te 15 yaşındayken bir rüya görmüştüm. Üstad’ın Isparta’ya gitmesinden önceydi. Rüyamda Stalin geliyordu. Tabii ben Stalin’i tanımıyorum. Hiç resmini görmemiştim. O zamana kadar ne ismini duymuştum, ne de okumuştum. Dediler: ‘Stalin gelmiş, Üstadımızı öldürecekmiş!’ Ceylan Ağabey, Zübeyir Ağabey ve ben üçümüz bir olduk. Üstadımızın kapısında Stalin’i içeriye sokmamak için bekliyoruz. Stalin, hükümet binasının önünden hücum edip Üstadımızın evine doğru gelmeye başladı. Gür bıyıklı, askeri üniformalı birisiydi. Omuzunda da beline kadar uzanan bir kayış kemer vardı. Görkemli bir şekilde geldi. Tam Üstadımızın evinin önüne gelince, aniden içeri girmek istedi. Biz üçümüz kollarımızla iterek savuşturduk, birkaç adım geri gitti. Biraz daha durdu, tekrar girmek istedi.
“Bu defa öyle hızlı geldi ki, o bizi savuşturdu. Biz kenara savrulduk… O da boşta kalan kapıdan içeriye girdi. Kapıdan girince on metre kadar bir boşluk vardı. Üstad’ın evinde Bahçe gibiydi… Orası geçildikten sonra ancak merdivenle Üstadımızın odasına çıkılırdı.
“O boşluğu geçti, merdivenlerden çıkmaya başladı. Biz de arkasından koşuyoruz, gayret sarf ediyoruz ki, tutalım. Yukarıya bırakmayalım. Fakat bir türlü muvaffak olamıyoruz. Merdivenlerden çıkarken baktık ki, Üstad, yukarıdan aşağıya doğru inmeye başladı. Aynen Fatih Camiinde çekilmiş ve Tarihçe-i Hayat’a konmuş resmindeki kıyafetiyle… Sağ elinde keser vardı. Stalin bütün gücüyle yukarı çıkmaya, Üstadımız aşağıya inmeye başladı. Tam merdiven sahanlığında buluştular. Üstadımız yukarıdan aşağıya keserle Stalin’in başına darbeler indirdi. Vurdu vurdu, Stalin’i düştü ve öldü. Ben de uyandım.
“Ertesi gün dükkana gidip Mehmet Çalışkan Ağabeyime anlattım. O da Zübeyir Ağabeye söyledi. Zübeyir Ağabey gidip Üstad’a anlatmış. Üstadımız ‘Hemen git, Mahmut’u al gel!’ demiş Zübeyir Ağabeye. On dakika sonra Zübeyir Ağabey geldi. ‘Kardeşim, Üstad seni istiyor’ dedi. Gittik, beraber çıktık, Üstadımızın odasına. Üstadımız karyolasında oturuyordu. Ben elini öpüp, ayakucuna oturdum. ‘Sen sefa gelmişsin. Bir rüya görmüşsün. Nasıl gördün, anlat bakalım’ dedi.
“Rüyayı anlatmaya başladım: ‘Üstadım siz keserle başına vurdunuz vurdunuz, Stalin öldü ve düştü’ deyince birden yatakta (ani bir atakla) iki dizi üzerine doğruldu. Yüksek sesle, ‘Fesübhanallah, fe sübhanallah’ Bak Zübeyir kardeşim, Mahmut evladım’ dedi. ‘Bu, Risale-i Nur’un Komünizme galip gelmesidir. Risale-i Nur, Komünüzm’in belini kırdı, başını parçaladı. Daha kendini doğrultamaz!’ Sonra Zübeyir Ağabey’e dönerek; ‘Sen Mahmut’un rüyasını kaleme al, başka illere gönder, okusunlar’ dedi. Ondan sonra bana dönüp, ‘Sen safa geldin’ dedi. Ben de yanından ayrıldım.
“Fakat bu rüyada enteresan olan asıl şey, Stalin’in o gece Rusya’da gerçekten ölmesidir. Üstelik de beyin kanamasından.’ Fakat Ruslar bunu bütün dünyadan gizlemişler, on beş gün sonra ancak açıklamışlardır. Biz radyodan ve gazetelerden o zamanlar işitmiştik ki, tam rüyayı gördüğüm gece hem de beyin kanamasından ölmüştü.
“Daha sonra Zübeyir Ağabey onu yazıp, Urfa, Kastamonu ve diğer yerlere göndermişti. Kastamonu’ya giden mektubu kardeşler okuyup bir Risalenin içine koymuşlar. Emniyetten arama olunca mektubu bulmuşlar. Bakıyorlar ki, Üstadımızın Stalin’i öldürdüğünden bahsediyor. Hemen Kastamonu Emniyeti, Emirdağ Karakoluna, ‘Acele bu rüyanın tahkik edilip bildirilmesine!’ diye bir yazı gönderiyor.
“Ben bir gün dükkanda dururken bekçi geldi. ‘Sizi Karakoldan çağırıyorlar’ dedi. Gittim. Başçavuş sert bir şekilde: ‘Gel buraya!’ dedi. ‘Sen rüya görmüşsün. Nasıl gördün, niye gördün, anlat bakalım?’
“Sanki rüya görülmemiş de, ‘görülmüş gibi yazılmış’ gibi bir intibâ edinmişler kendilerince. Ben de aynen anlattım. Gelen yazı ile karşılaştırdılar. Tabii aynı olunca, bir şey diyemediler. Tutanak tutup imzalattılar, beni bıraktılar.
“Üstad bu rüyaya çok ehemmiyet vermişti. ‘Burada Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisî olarak ben görülüyorum. Dinsizliğin şahs-ı mânevisî de Stalin görülüyor’ demişti.
“Allah korusun, demek ki, Stalin, Üstad’ı öldürseydi, Komünizm galip gelecekti. Bütün dünyayı komünist yapacaklardı. Niyetleri oydu. Bütün dünya onların korkusundan ne yapacağını bilemiyordu. Zaten Üstadımız, ‘Komünizmin önünde hiçbir kuvvet dayanamıyor. Yalnız Risale-i Nur set çekiyor’ diyordu. Üstadımızın sözleri tahakkuk etmiştir.”
Bu süreçte görülen rüyalar da elbette bir gün gerçekleşecektir…