Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir tespitte bulunuyor: “Kur’an üslubunun o kadar acib bir cemiyeti var ki, bir tek Sure, kainatı içine alan Kur’an okyanusunu içine alır. Bir tek ayet, o surenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu, her birisi birer küçük Kur’an’dır. (…) Hatta Kur’an Fâtiha’da, Fatiha dahi Besmele’de yerleşmiş olduğuna ehl-i keşif ittifak hâlindedirler. Şu hakikatı bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır. ” (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Şua, Beşinci Lem’a, Birinci Işık)
Mustafa Sungur Ağabey, İhsan Kâsım Sâlihî’in yazdığı “Kendi Dilinden Bediüzzaman Said Nursi” isimli eserin takdim yazısında diyor ki: “Üstadımız yukarıda arz ettiğimiz gibi ders esnasında bize bazı hatıralar, naklederdi. Yine bir münasebetle bir gün, İslâm’da ‘Muhakkık ve müdakkik’ hususlarında şu meâlde bir izahta bulundular: Muhakkık odur ki, mesela, bir hakikate yapışır, seksen sene terakki eder. O hakikatin müntehasına ulaşır, en nihayet Kur’an’da bir âyet ona işaret ettiğini görür. Ve Muhammed-i Arabîyi Üstad-ı Mutlak bulur. Başka bir muhakkık yine bir hakikate yapışır. Terakki eder. En nihayet Muhammed-i Arabî’yi (Aleyhisselam) Üstad-ı Mutlak görür. Çünkü Kur’an’da bir âyet o hakikate işaret etmiştir. Böyle ayrı ayrı muhakkıklar, yollarının nihayetinde Muhammed-i Arabî’yi (S.A.S.) Üstad-ı Mutlak bulurlar görürler… Çünkü Kur’an’da bütün muhakkıkların yollarına, mesleklerine işaretler vardır.“ Müdakkık da odur ki, Kur’an’a yapışarak, bütün o muhakkıkların yollarını, mesleklerini tedkik eder. Ben müdakkıkım.
“Üstad’ın cümlelerini belki aynıyla ifade edemiyorum. Yani muhakkıklar ayrı ayrı birer hakikata yapışır veya elde eder; onda terakki eder, en nihayet Kur’an’da bir hakikatin ona işaret ettiğini görür; Muhammed-i Arabiyi (S.A.S.) Üstad-ı Mutlak bulur. Bütün ayrı ayrı muhakkıklar nihayet tahkikde Muhammed-i Arabiyi Üstad-ı Mutlak bulurlar. Çünkü Kur’an’da bir âyet o hakikatlere işarette bulunmuştur. Müdakkik ise, Kur’an’ı elde ederek Kur’an’da işaret edilen muhakkıkların yollarını görür, anlar. Böylece umumuna vâris olur, elde eder. Ben müdakkikim demişti. ”
Üstad Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de diyor ki: “Kur’an-ı Hakîm’in ulviyetine, en açık bir delil ve hakkaniyetine en zâhir bir bürhan ve mucizeliğine en kuvvetli bir alâmet şudur ki, Kur’an, Tevhid’in bütün kısımlarının bütün mertebelerini, bütün lüzumlu unsurlarını muhafaza ederek beyan edip dengesini bozmamış, muhafaza etmiş; hem bütün İlahî yüce hakikatlerin dengesini muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-ı Hüsnâ’nın gerektirdikleri ahkâmları toplamış, o ahkâmın tenasüp ve âhengini muhafaza etmiş; Hem Rubûbiyet ve Ulûhiyetin şuunatını mükemmel bir denge ile toplamıştır. İşte şu muhafaza ve cem, bir özelliktir, katiyen insanların eserinde mevcut değil, insaniyetin büyüklerinin, fikirlerin neticelerinde bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde ne işlerin bâtınlarına geçip işlerin iç yüzlerine vâkıf ve muttali İşrakıyyunun kitaplarında ne gayb âlemine nüfuz eden ruhanilerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksîmülâmâl hükmünde, her bir kısım hakikatin muazzam ağacından yalnız bir-iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
“Evet mutlak hakikat mukayyet nazarlar ile ihata edilip kuşatılamaz. Kur’an gibi biz küllî nazar lâzım ki ihata edebilsin. Kur’an’dan başka gerçi Kur’an’dan ders alıyorlar, fakat külli hakikatın, cüz’î zihniyle yalnız bir-iki tarafını tamamen görüp onunla meşgul olur, onda hapsolur. Yâ ifrat veya tefrit ile, hakikatların dengesini ihlâl edip tenasüp ve âhengini giderir.” (Yirmi Beşinci Söz)