Gerçekleri, güzellikleri anlatan, insanlık kalesini tamir edecek Hizmet gönüllülerinin, muhataplarına karşı, hatta onların hatalı davranışları için bile çok anlayışlı davranmaları gerekmektedir. Asla ve kat’a kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalade sakınmalıdırlar. Çünkü bu güzel hizmetlerle uğraşanların sundukları şeyler hep mukaddes ifade ve kavramlardır. Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı ve âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan çok dikkatli olması gerekir. Aksi takdirde o mukaddeslere karşı bir nefret uyandırır. Bu da büyük bir zarar teşkil eder. Biz sebep olduğumuz için de mesuliyeti âhirette omuzumuzda olur.
Peygamber Efendimiz (S.A.S.) perdeyi yırtmamak için insanların suçlarını yüzlerine vurmazdı. Hata ve kusurlardan bahsederken, umuma hitap ederdi. Kusurlu insan da oradan hissesini alırdı. Mesela eğer birisi bağıra bağıra dua ediyorsa, umuma hitap ederek: “Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine dua etmiyorsunuz. Allah size sizden daha yakındır.” diyordu.
Namaz kıldırırken cemaati bıktırırcasına uzatan birisi için, Mescidinde herkesi muhatap alarak, “Ey insanlar, sizlere ne oluyor ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden imamlığa geçenler namazı hafif tutsun. Çünkü cemaatin içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi insanlar vardır.” buyurmuştur. Ayrıca imanî meseleler ele alınırken münakaşa ve münazara şeklinde konuşulmalıdır.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi bu hususta şunları tavsiye ediyor: “Meselelerin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan için, Hak’tan ziyade enaniyet ve benlik ön plândadır. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli iknâ edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendinizi donatıp teçhiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delil ile mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahil hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır. (…)
“Efendimiz (S.A.S.) senelerce bir kısım Beni İsrail ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Halbuki O, arşın bütün ilhamları çağlayanlar halinde kalbine akıp gelen ve kainat kendisi için yaratılmış olan bir Peygamberdir. Etekleri mucizelerle dolu idi. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla kuşatılmış bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam (karşı tarafı delilsiz bırakıp susturma) zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah bin Selam (R.A.) da bir Yahudi idi. Fakat hakikati kabul etmek üzere Allah Resulünün (S.A.S.) huzuruna gelmişti. İçinden ‘Eğer Tevrat’ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona iman edeceğim’ diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da, o daha Efendimizi (S.A.S.) görüp görmez, O’nun simasında yalan olamayacağını anlamış ve iman etmişti.
“Ayrıca, münazara zeminde yapılan tebliğde, Cenab-ı Hakk’ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü, tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zât, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enâniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, -orada konuşulanlar ne olursa olsun – Cenab-ı Hak râzı değildir. hidayet bütün bütün Allah’ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır.
Bu hususta ayrıca güzellikleri anlatacak adanmış ruhların, benlikten sıyrılmaları, muhatapların düşünce yapılarını çok iyi bilmeleri, devrin kültürünü bilmeleri, yerine ve imkânına göre esnek olmaları devrinin perspektifinden bakmaları, muhataplarının seviyesine inmeleri gerekmektedir.
Eğer bu mesele bir iş ise, bu işin çok iyi bilinmesi, usulüne uygun edâ edilmesi iktiza eder. Yoksa asıl, usule fedâ edilmiş olur. Eğer anlayış, mürüvvet, basiret, kiyaset ve dirayet ile muhatabın gönlüne ve mantığına girebilirsek, güzellikleri ve hakikatleri hem sevdirip hem de kabul ettirebiliriz. Bu mesele bilgi ve tecrübe ile bir sanatkârın sanatını icra ettiği gibi aşk ve şevk ile ortaya konulmalıdır. İnşaallah bunu becerebilirsek, Cenab-ı Hakk’ın gönlümüze tattıracağı zevk-i ruhaniden nasibimiz çok büyük olacaktır.