Bir toplum, kendi iç dünyasındaki güzelliklerini bozmadıkça Cenab-ı Hak o toplumu bozmaz, buyruluyor. Para-makam, kasa-masa ve şöhret gibi totemlerin girdabına kapılanlar, öldürücü turnikeler cazibesine kapılmışlar demektir. Hatta bazen “Zulmetten Nura” diye eser yazıp tekrar o zulmete dalan Şemseddin Günaltay gibi olanlar da maalesef olabiliyor… Onun için gençlik ruhunun canlı tutulması gerekmektedir.
Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi bu husus üzerine büyük bir tahşidatta bulunmuştur: “Toplumlar gençlik ruhuyla canlılıklarını korur, onunla gelişir ve onunla ihtişama ulaşırlar. Bu ruhu kaybedince de, kılcalları kesilmiş çiçekler gibi pörsür, dökülür ve ayaklar altında kalırlar. Delikanlılık çağında ve mektep sıralarında iken hemen her genç, millet aşkı ve vatan sevgisi gibi duygularla sık sık gerilir; toplumun yaralarını sarmaktan, bu ülke ve bu ülke insanını yükseltmekten dem vurur; hissizliğe ve hareketsizliğe ateşler püskürür durur…
“Ne var ki, böyle yüksek duygularla şahlanan bu gençlerin pek çoğu, bir MAKAM kapıp bir MEMURİYETE geçtikten sonra, içlerindeki bu kıvılcımlar yavaş yavaş sönmeye yüz tutar; ruhlarında bir külleşme, gönüllerinde de bir çölleşme baç gösterir. Daha sonra ise tamamen CİSMANÎ ve BEDENÎ HAYATIN tesirinde kalan böyle bir genç, o güne kadar gönülden bağlı bulunup toz kondurmadığı yüksek ideallerinden uzaklaşa uzaklaşa tamamen sefil duyguların, pes menfaatlerin zebunu haline gelir. Bir kere de o acayip ve öldürücü turnikeye girdi mi, gayri semavî bir inayet olmazsa, geriye dönmesi bütün bütün azât kabul etmez kölesi olur çıkar. O kadar esirleşir ki, vazife ve mesuliyetleriyle alâkalı bir kısım hususlarda, vicdanının ihtarlarından dahi rahatsız olmaya başlar.
“Bundan böyle o, bütün düşünce kabiliyetlerini, elde ettiği MEVKİYİ MUHAFAZA ve ÂMİRLERİNİN TEVECCÜHÜNÜ KAZANMA gibi çok defa İNSAN RUHUNU ALÇALTAN PES ŞEYLERDE kullanır ve bütün bütün sefilleşir. Bir de elde ettiği makam itibariyle yükselme istidadı gösteriyorsa, artık başka şeyleri görüp gözetmesi imkânsızlaşır ve biricik totemi olan makamını kaybetmemek için, her türlü zillete katlanır. Kabında vicdanına ters, imanına muhalif işlere girer; fayda umduğu herkes karşısında iki büklüm olur; dün AK dediğine bugün KARA demeye başlar; bir gün önce göklere çıkardığı kimseleri, ertesi gün rahatlıkla yerin dibine batırabilir.
“Ve hele, onun başkalarına, başkalarının da ona riya ve tabasbusları, zaten yaralanmış ruhunu ve hırpalanmış iradesini öylesine sarsar ve darbeler ki, bundan böyle onun hayır ve fazilet adına bir şey yapması mümkün değildir. Ne acıdır ki o, dumura uğrayan hissiyatı, körelen zekâsı, bağlanan basiretine rağmen, hâlâ kendini en iyi düşünen, en isabetli kararlar veren, en faydalı işler yapan biri gibi görme marazî ruh hâleti içindedir!
“Bu duruma düşmüş herhangi bir kimseye hatalarını hatırlatmak ya da ikazda bulunmak oldukça zordur. Böyle hodbin (kendinden başkasını görmeyen) ruhlar, hata ve yanlışlarını gösteren hemen herkese karşı gizli bir kin ve nefret duyduklarından ve en büyük yanlışlarına dahi sevap urbaları giydirerek kendilerini haklı görmeye alıştıklarından kimseden nasihat almak istemezler.
“Evet, her insanda bir kısım zaaflar vardır ve bu zaafların belli iklim, belli atmosfer, belli şartlar altında hortlayıp ortaya çıkması da bir bakıma tabiidir.
“Ancak, daha önceden bazı şeyler yaparak, ruhun bu zaaflar girdabında boğulup gitmesini önlemek de her zaman mümkündür.
“Öyle zannediyorum ki, her gençte, sağlam bir inanç düşüncesi, yüksek bir diğergamlık hissi, sönmez bir millet ve vatan sevgisi uyarılabildiği… sabah-akşam mukaddes mefkûrelerimiz etrafında ahdü Peymanlarla bir araya gelinebileceği… serâzât gönüllerin hayattan kâm alma arzularına karşı tahşidatları yapılıp, izzet ve şeref gibi değerler üzerinde durulduğu ve mukaddes düşüncelerimiz açısından ülke ve millete hizmet sayılmayan her iş ve meşgalenin bir abes ve bu türlü abeslerle meşgul olmanın da, zaman nimetine karşı affedilmez bir nankörlük olduğu kanaati onların kafa ve gönüllerine yerleştirildiği ölçüde gençler, kalbî, ruhî dağınıklığa düşmeyecek ve özlerini koruyacaklardır.
“Aksine, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tamah duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıklarla, her gün ümit semamızdaki yıldızların kayıp gittiğini görecek ve iç burkuntularıyla iji büklüm olacağız.” (Yitirilmiş Cennete Doğru, Gençlik Ruhu)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Altıncı Risalesi olan Hücumat-ı Sitte’de, Kur’an talebelerini ikaz için insî ve cinnî şeytanların sinsi hile ve tuzaklarına karşı hücum yollarından altı tanesini ve kurtuluş çarelerini yazmıştır. Bunların başında hubb-u cah, yani makam sevgi gelir, anlaşılır bir temsille mesele izah edilmiştir. İkincisi, korku hissidir. Misallerle Kur’an kalesi içindeki hıfzımız anlatılmıştır. Üçüncüsü tamahkârlıktır. Geçim ve rızk konusunda İlahî taahhüd altında olduğumuz isbat edilmiştir. Dördüncüsü asabiyet-i milliyeyi tahriktir. İslamiyetin bu husustaki evrensel mesajı ele alınarak bu hizmetle altı kısma ayrılan vatan evlatlarına bu hizmetle verilen faydalar ele alınıp anlatılmıştır. Beşincisi enaniyettir. Enaniyet ve kıskançlığın zararları anlatılarak bu Kur’an hizmetinin önemi gözler önüne serilmiştir. Altıncısı, tembellik, ten-perverlik damarıdır. Bu hücum yolu da gösterildikten sonra şöyle deniliyor: “Ey kardeşlerim, dikkat ediniz! Vazifeniz kudsîdir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!..”
Aslında meseleyi iyice idrak edebilmek için bu Risalenin dikkatle müzakere edilmesi, cümle cümle üzerinde durulması gerekiyor.