Hatıralarına devam eden Muharrem Kalyoncu Ağabey dedi ki:
“Kalb ameliyatı olacaktım… Daha önce beyin ameliyatı olmuştum. Beni ameliyat eden doktorlardan biri, daha sonra beyin urundan olmuştur. Onun için endişeliydim. Rüyamda Hz. Ömer’i gördüm. Hocaefendiye anlattım. Ömer, kelimesinin mânasından hareketle ‘Ömür ve hayata işarettir. İnşallah iyi olacak ve yaşayacaksın, korkma’ dedi. Güzel bir ameliyat oldu. Doktor Tayyar Bey, ‘Nasılsın?’ diye sordu. Ben de muziplik olsun diye, ‘Doktor Bey, bu nasıl soru? Nasıl olduğumu doktorların daha iyi bilmesi gerekmez mi? Asıl ben soruyorum; ben nasılım?’ dedim.
“Beyin ameliyatım olunca, Dr. Mehmet lâtife osun diye bana ‘Muharrem Ağabey, ameliyat için kafanızı açınca bir de baktık ki, beyni yok.’ dedi. Ben de hemen latifeyi yapıştırdım: ‘Bilmiyor musunuz ben ana merkeze bağlandıktan sonra lüzum kalmadı artık diye beynimi çıkarıp atmıştım.’ dedim.”
Muharrem Kalyoncu Ağabeyin rahatsız olduğunu duymuştuk. Ziyaretine gitmeden önce, hediye olarak şeftali almak istedik. Satıcı hep sert şeftalileri seçiyordu. İkaz ettik olmadı. Dedik ki, “Kardeşim biz hasta ziyaretine gidiyoruz. Bu hasta, bildiğiniz hastalardan değildir. Eğer beğenmezse, hepsini başımıza çarpar. Yumuşak seç, kafanızı kırmasın.” Satıcı gülmekten kendinden geçiyordu.
Bir seferinde de yine rahatsız olmuştu. Arkadaşlar bir doktor bulmuşlar ve doktora, “Aman doktor bey, bu çok önemli bir kişidir, diye başlamışlar. Doktor, “Siz öyle bir anlattınız ki, sanki hasta türünün son örneği, Kelaynaklar gibi bir şey herhalde?” demiş. Onlar da, “Efendim, o bir Arnavut’tur.” demişler. Doktor gülmeye başlamış ve “Kardeşim, ben de Arnavudum, ne oluyoruz yani?!..” demiş.
Uydurma gibi geliyor ama diyorlar ki, “Arnavut kelimesi aslen Arapça ‘Ârun en ne’ûd’ yani geri dönmek ayıptır, sözünden geliyormuş. Yani Arnavutlar bir şeyi kafaya koyunca artık hiç geri dönmezlermiş.
Muharrem Ağabey bir seferinde Karadeniz bölgemizde birkaç arkadaşıyla seyahat ediyormuş. Bir köye gelmişler. Kahve çaka çaka dolu imiş ama hemen yakınlarındaki cami bomboşmuş. Bizimkiler namazı kılmışlar. Fakat Muharrem Ağabey camide kalmış, öbürleri çıkınca vaaz kürsüsüne çıkıp sesi kahveden duyulacak şekilde bağıra bağıra vaaza başlamış. Bütün kahvedekiler caminin pençelerine dolup dinlemeye başlamış. O da vaaz ve nasihatini bitirmiş, bomboş camide sanki içeri dinleyiciden geçilmiyor gibi onlara basmamak için ayak parmaklarının üzerinde itina ile adım ata ata dışarı çıkmış. Karadenizli köylülerden birisi “Sen bize lâf çarptırıyorsun. Hem niçin parmaklarının üstüne basa basa çıktığını da anlayrum, demek isteyorsun ki, siz camiye gelmiyorsunuz ama siz görmeseniz de caminin Allah’ın melekleriyle doludur. Yani vaazı boşa yapmadım dersin. Birden kaynaşmışlar. “Mutlaka sizi misafir edeceğiz” diye büyük bir alâka göstermişler.
Kosovalı bir profesör kampa gelmişti. Dedi ki: “Ben pandemiden önce Hocaefendinin ziyaretine gelmiştim. Baktım, Hıristiyan ve Yahudi profesör ve yazarlar, Hocaefendiyi anlatan kitaplar yazmışlar, benim de yazmam lazım diye karar verdim. Fakat pandemide çok ağır hasta oldum, sadece dudaklarım kıpırdıyordu. Herkes bana artık ölecek nazarıyla bakıyordu. Ben içimden çok samimi dua edip Allah’a yalvardım: ‘Ne olur bu kitabı bitireyim de Hocaefendi’nin yanına gidip takdim edeyim’ diye. Allah şifa verdi de yazıp geldim.”
İki defa sabah kahvaltısında bir araya gelip sohbet etmek imkanımız oldu. Arnavut (Şiptar*) olduğu için sohbet havasında, Muharrem Kalyoncu Ağabeyimiz hakkında hatıralar aktardım. Güzel bir dostluğa vesile oldu. En sonunda şunları da söyledim: Arkadaşlar Belçika’dan telefon etmişlerdi: “Anası da, babası da Arnavut bir erkek bebek dünyaya geldi. Sizden bir isim istiyorlar” dediler. Ben de “Türkiye’nin, hatta Balkanların, hatta dünyanın en önemli ve mühim Arnavut’u bana göre Muharrem Kalyoncu’dur. İster Muharrem, ister Kalyoncu, isterse Muharrem Kalyoncu ismi koyabilirsiniz.” dedim. Muharrem Ağabey’le karşılaşınca bir aferin alayım diye bunu kendisine anlattım. Birden “Sen benim ismimi nasıl verirsin?!.” dedi. Şaşırdım. Sonra “Yarın o çocuk büyüyünce namaz kılmazsa benim adımı lekelemiş olur, bunu düşünmüyor musun?” dedi, ciddi, ciddi. Sonra da lâtife yaptım diye gülmeye başladı…