Risale-i Nur’a göre Allah’a sığınmanın hikmeti

Safvet Senih

Safvet Senih

09 Şub 2022 12:35
  • Hikmetü’l-İstiâze (Allah’a sığınmanın hikmeti) isimli On Üçüncü Lem’a Barla’da yazıldıktan sonra iki parça halinde Nur Talebeleri’ne gönderilmiş. İslam Köylü Hafız Ali Ağabeyimiz gönderilen her parça için Üstad Bediüzzaman Hazretlerine teşekkür mektupları yazmış. Barla Lâhikası’nda neşrolunan bu mektuplardan birincisinde şöyle diyor: “Aziz Üstadım, Hikmetü’l-İstiâza nâm-ı âliyi taşıyan bir nur parçasını aldım. Elhamdülillah istinsaha (yazıp bir nüsha çıkarmaya) muvaffak oldum. Cenab-ı Hak sonsuz hazinesinden diğer emsallerini ihsan buyursun, âmin, Seyyidi’l-Mürselin hürmetine. Üstadım Efendim, bu azîm hakikati taşıyan Risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım (beynim) ve bütün duygu ve hasselerim, o azîm hakikatler üzerine serpilerek, toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi, gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şevkiyle çevresinde bulunanları (o yıldız böceği) tarif edemeyeceği gibi, fakir aynı kesbettim. Evvela: Bu Risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira, nasıl ki, öbür nur kütlesi, Cenab-ı Hakk’ın büyük âlemde, Cemal, Kemal ve Esma-i Hüsnası’nın cilvelerini pek zâhir bir tarzda âmâ olanlara (körlere) bile gösterdiler. Bu nur parçası, âlem-i asgar olan ve Esmâ-i Hüsna’ya ayna olan ve dünyanın yaratılışının ruhu mesabesindeki beşerin kemâle yükselmesine ve aşağılara düşmesine sebep olan en büyük vesîle ve desiseleri, pek yakinen keşfedip gösteriyorlar.”

    “Sâniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki: Nasıl ki, ‘Süleyman Aleyhisselam’ın hüdhüd kuşu, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde kazı yapmadan suyu bulmaya vesile idi’ diyorlar. Aynen bu Risale, Hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, küçük âlem olan insanın zıtlardan meydana gelmiş cism-i vücudunda iman nurunun yatağı olan kalbi, gözle görür derecede gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bulduğu gibi, binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu yüce eser, bütün ehl-i iman ve şuur sahiplerine, hakiki menbaı olan Kur’an-ı Hakim gibi, nurlarıyla âb-ı hayatı serpiyor. ”

    Hâfız Ali Ağabeyin talebesi İslâm Köylü Hasan Efendi bir ziyaretimizde dedi ki: “Hafız Ali Ağabey, keşfü’l-kubûr idi. Bir gün bana, ‘Evladım Hasan, ben bugün sabah namazından sonra Yâsin okumak için kabristana gitmiştim, bazı kabirlerin içindekiler bana ayân oldu. Çok perişandılar. Buradan hiçbir azık ve hayırlı hiçbir şey götürmemişler. Dehşete düştüm. Bağırarak dağlara doğru vurup gidesim geldi. Çok çaresizlerdi!.. dedi.”

    Hâfız Ali Ağabey ikinci parça için yazdığı ikinci mektubunda da şöyle diyor: “Sevgili Üstadım, bu defa gönderdiğiniz, Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmı’nı aldım. Sekizinci İşaret’te ispat edilip gösterilen hak ve hakikat, dalâletin vâdilerinde uçan serseri mudillerinn. (dalâlete düşenlerin) yollarını pek açık aydınlatarak, onların hem kendilerinin ne yaptıklarını, hem hakikat caddesini göstermekle, veciz şekilde büyük bir mesele hayalin gözü önüne getiriliyor.

    “Dokuzuncu İşaret’te ise, bütün ehl-i iman ve bilhassa nur risaleleriyle insanın yaratılışının hakiki gayesini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe, bu mesele pek geniş bir daire olarak Hz. Âdem’den beri bütün büyük peygamberlerin, ehl-i dalâlete karşı mağlubiyeti ve feci hadiseler çok düşündürüyor ve kalbi zedeliyordu. Rabbimizin bu ihsanına hamdederim ki, o geniş daire öyle aydınlatılıyor ki, içinde Üstad’dan, Fahrü’l-Mürselin Efendimizden Hz. Âdem’e kadar müşkülatt hak ve hakikat kılıcı ile fethedilip, akıl ve kalb, ‘Doğru söyledin ve hak ve hakikati dile getirdin’ diye tasdik ediyorlar.

    “Onuncu İşareti yazarken, elinden kalemi bırakarak yanımda bulunanlara okudum. İçinde temsilin misal değil, hakikat olduğunu ve böyle birhakikatinn, Hakim isminin Nur İsminin ve Bedi’ isminin cilvesiyle görüleceğini idrak ettim. Ve hayalen tatbikine çıktım. Pek doğru bir esas olduğunu anladım; Cenab-ı Hakka şükrettim.

    “On Birinci İşaret’te gösterilen zecr-i Kur’anî, kainat tarlasının mahsülü, makinesinin mensucatı, insan nev’i olduğu ve umum mevcudat, semerâtıyla o nev’e hizmet ettiklerinden, insan hodkamlığıyla bedbinliğiyle o azîm gâye-i dünyayı hiçe indirmesiyle büyük çarklar misilli anasır-ı külliyenin insan aleyhine hareket ettiklerini… Ve helâk edici mesuliyetten kurtulmak ancak Kur’an-ı Hakîmin kudsî dairesine girmekle ve Efendimize (S.A.S.) tâbî olmakla olacağını beyanla insanı kendine veznettiriyorsunuz (ölçtürüyorsunuz).

    “On İkinci İşaret ve dört sualin cevabının ihtiva ettikleri hakikatler, bizi ara sıra kendi hesabına çalıştırmak isteyen ve irade-i cüz’iye ile kendisinde bir varlık görüp, istihkaka göz diken, şöhret ve hodfuruşluk tahakkümüyle hebaen çalışan nebati ve hayvanî nefis ve heva zincirlerini, altın makaslarla keserek halas buyuruyorsunuz.

    “On Üçüncü İşaret ve üç noktayla her zaman, bilhassa mübarek vakitlerde bizimle uğraşan ve bazen yeise düşüren, yüzümüzün siyahlığını görmeyip, mümin kardeşlerimizin ufak tefek çizgiler nevinden karalarıyla onları bütün siyahlıkla itham ettiren ve Cenab-ı Hakkın rahmetini, Gaffar ve Rahîm isimlerini tenkide cür’et eden ve bu yüzden büyük tahribatlara sebebiyet verdiren hizbü’ş-şeytanın kuvveti gösteriliyor.

    “Muhterem Üstadım, bu İşâreti yazarken, vücut âlemine seyahate çıktım. İşâretlerdeki noktalar bir müfettiş hükmüne geçti. İzah buyurulan kuvvetler yerinde görülüp, teslim-i silah etmek üzere idiler. Bize bu kuvvetleri gösteren Kur’an-ı Hakimden yardımı ve feyzi her adımında istiyordum. Ve bize, bu husus esas hayat hakikatinin neticelerini, karanlıklarını gösteren Üstadımız, muvaffakıyetimizi Cenab-ı Haktan dilemekte olduğu, her an kendini göstermektedir. Ve inşâ Allah halâs edecektir.

    “Muhterem Üstadım, bu On Üç İşaret, on üç cevâhir kümesini ihtiva etmektedir. Bunlardan bazılarını ipe çizip göstermekle ve bazılarını çizmemekle ve görmemekle, o cevahir hazinesine ve cevherlerine bir nakîse gelmeyeceğinden eğri ve doğru çizmek istediğim cevherler, inşaallah hüsnünü zâyi etmez.” Hâfız Ali Ağabey Barla Lâhikası’nda bir başka mektubunda şöyle diyor: “Yirmi Dokuzuncu Sözü istinsah ederken İkinci Esas’ın medarlar namıyla biner mumluk elektrik lambaları hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. Kalemi bırakarak şöyle düşündüm: Üstadım, Ruh’un bekâsı ve Haşir hakkında, Cenab-ı Hak tarafından bize verilen o hakikatlere giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatın yolunda nefsanî hevesata hoş gelmeyen şeyler vardı ki, bize uzun ve karanlık. “İşte şimdi baştan başa nur olan Sözler ve o nur fabrikasının elektirik lambaları ve kuvve-i câzibeleri, o yolu pek parlak gösterdiği gibi, pek yakından cezbedip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, korku yerine emniyet, zakkum yerine asel (bal) bahsediyorlar.” Nur fabrikası sahibi Hafız Ali Ağabeyimizin bu tespit ve düşünceleri inşaallah bizim ruhumuzda da bir uyanışa vesile olur…

    09 Şub 2022 12:35
    YAZARIN SON YAZILARI