Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri yazdığı bir Mektupta anlattığı üzere kendisine Peygamberimize (S.A.V.) çokca getirilen salavat ve selâmın hikmet ve sırrı soruluyor. Üstad “Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm, nihâyet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvâta ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resûl-i Ekrem Aleyhisselam bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasipdardır. Nihayetsiz istikbalde, ahirette ebedî hayatta, nihayetsiz durumlara maruz kalacak ümmetin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salavâta ihtiyaç göstermiştir.’ diyor.
Biz salâtü selam getirmekle, Efendimizin (S.A.V.) şefaat dairesinin genişlemesine yardımcı oluyoruz. Çünkü salât, rahmet demektir. Bizim salât okumalarımız Onun hakkındaki merhamet tecellisini hem artırıyor, hem şefaat dairesini genişletiyor.
Üstad Hazretleri bu hususta Mesnev-î Nuriye’de şöyle diyor:
“Efendimizin (S.A.V.) makam-ı Mahmud’u, İlâhi ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilip dağıtılan lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resûl-ü Ekreme (S.A.V.) okunan salâvat-ı şerife o sofraya edilen dâvete icabettir. Aynı şekilde, salavât getiren kimse, Peygamber Efendimizin Zâtını (S.A.V.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taalluk ettiğini düşünsün ki, tekrar ve tekrar salâvat getirmeye şevkini arttırsın.” (Hubab)
Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Miracı; halktan Hakka gitmesi itibariyle velayettir; Haktan halka beş vakit namaz gibi emirler getirmesi itibariyle Risâlettir (Peygamberliktir).
Hz. Muhammed Aleyhisselam Allah’ın hem kulu hem Resûlûdür. Kulluğu itibariyle salât (rahmet) ister. Resûl olması itibariyle de selâm ister. Evet kulluk, cihetiyle halktan Hakka gider, Cenab-ı Hakkın sevgisine ve rahmetine mazhar olur. Bunu ‘salât’ ifade ediyor. Peygamberlik ise Hak’tan halka bir elçilik olduğu için, selâmet, teslim, memuriyetinin kabulunü ve vazifesini yapabilmek için muvaffakıyeti ister. Bunu da ‘selâm’ lâfzı ifâde ediyor. Biz salâtü selâm getirmekle ‘Yâ Rabbi, yanımızda Elçiniz ve Dergâhınızda Elçimiz olan Seyyidimize, Reisimize merhamet et ki, o merhamet bize de sirayet etsin.’ demiş oluyoruz.
İkinci meselede tabiat ile ilgili sorulan soruya Üstad şöyle cevap veriyor: “Tabiat namı verdikleri şey Allah’ın büyük fıtrî şeriatıdır ki, mevcudatta zuhur eden ilâhî fiillerin tanzim ve nizamını gösteren Allahın âdetlerinin (kanunlarının) toplamından ibarettir. Mâlumdur ki, kânunlar, itibari işlerdir, ilmi vücudları var, haricî vücudları (ilmin dışında, gerçek maddi varlıkları) yok. Gaflet ve dalâletin sevkiyle Ezelî Kâtip ve Nakkaşı, tanımadıklarından, kitabı ve yazıyı kâtip; ve nakşı nakkaş; kanununu kudret; misdarı (cetvel), masdar (Kaynak.. Bir şeyin kaynağına masdar; kaynağından çıkmasına yarayan alete misdar denilir. Mesela bir çeşmenin suyunun bulunduğu yer masdar, musluğu ise misdardır); nizamı nazzam; sanatı sanatkâr zannetmişler.”
Acaba, insanlığın bütün en seçkin en faziletli olanlarını arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzam’a yönelerek el kaldırarak dua eden şu insanlığın şerefi ve zaman ve mekânın bir tanesi ve hakkıyla kâinatın iftihar tablosu (Muhammed Aleyhisselam) ne istiyor? Bak dinle: Ebedî saadet istiyor, bekâ (sonsuzluk) istiyor, Allah’a kavuşma istiyor, Cennet istiyor. Mevcudâtın aynalarında hükümlerini ve cemallerini gösteren bütün İlahî kudsî isimlerle beraber istiyor. Hatta eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi hesapsız o isteğin (gerçekleşmesinin) gerektirici sebepleri olmasa idi, şu Zât’ın (S.A.S.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Evet nasıl ki, Onun peygamberliği şu imtihan dünyasının açılmasına sebebiyet verdi, öyle de, O’nun kulluğu da öteki dünyanın açılmasına sebeptir. Acaba İmam-ı Gazalî gibi araştırmacı ilim sâhipleri “Şu varlık âleminde, mevcut olandan daha mükemmeli, daha üstünü olması mümkün değildir” dediren şu görünen üstün nizam ve intizam, şu rahmet içinde kusursuz sanat güzelliği ve benzersiz bütün varlıkları kuşatan mükemmel idare; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki: En küçük, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfâ etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
Yahu ey hayâlî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu yarımada da kalsak; yine o Zat’ın (S.A.S.) hârikulâde icraatını, fevkalâde olan vazifelerini, yüzden birisine tamamen kavrayıp temâşasına doyamayız.
Şimdi gel! Üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız... Bak nasıl her asır, o hidayet güneşinden aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar! Ebu Hanîfe, Şâfiî, Bâyezîd-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlarca nurlu meyveler veriyor. Gördüklerimizin tafsilatını başka vakte bırakıp o mucizeler gösteren hidayet rehberine, bir kısım kesin mucizelerine işaret eden, bir salavât getirmeliyiz:
“Rahmanü’r-Rahîm olan Cenab-ı Hakkın (C.C.) Kur’an-ı Kerimi üzerine indirdiği Muhammed Aleyhisselama, ümmetinin yaptığı iyilikler adedince milyonlarca salât ve milyonlarca selam olsun. Peygamberliğini Tevrat, İncil ve Zebur’un müjdelediği; nübüvvetini, peygamberliğinden önce meydana gelen hârika hâllerin, sesi işitilip kendileri görünmeyen hâtif denilen cinlerin, insanlık âleminin evliyalarının ve kâhinlerinin müjdelediği; bir işaretiyle Ay parçalanan Muhammed Aleyhisselama ümmetinin nefesleri adedince milyonlarca salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duası ile yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların gölge yaptığı, sunduğu bir ölçek yiyecek ile yüzlerce insanın doyduğu parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, Onun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylanı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin (pişmiş etini) deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Mirac’ın ve ‘Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı.’ âyetinin mazharı olan Efendimiz, Şefaatçımız Muhammed Aleyhisselama, inişinden bu yana Kur’an’ı okuyan herbir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahman olan Cenab-ı Hakkın izniyle temessül eden, sümbüllenip çoğalan bütün kelimelerinin bütün harflerinin adedince, milyonlarca salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi mağfiret et, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”
“Şuaât-ı Marifet-i Nebî” nâmındaki Türkçe bir Risalede ve On Dokuzuncu Mektup’ta ve şu Söz’de özetle işaret ettiğimiz Muhammed Aleyhisselamın Peygamberliğinin delillerini beyan etmişim. Hem onda Kur’an-ı Hakîm’in mucizelik vecihleri veciz ve öz halinde zikredilmiştir. Yine “Lemaat” nâmında Türkçe bir Risalede ve Yirmi Beşinci Söz’de Kur’an’ın kırk vecihle mucize olduğunu kısaca beyan ve kırk mucizelik vechine işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda (âyetlerin, cümlelerin ve kelimelerin dizilişinde) olan belâğatı (güzel, düzgün, kusursuz ve yerinde olan ebedî sanatı), “İşârâtü’l-İ’câz” nâmındaki Arabça bir tefsirde kırk sayfa içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.