Ali Ulvî Kurucu Ağabeyimiz, Hatıralarında 1962’de Şam’da karşılaştığı Kur’an ve Muhammed Aleyhisselam aşığı bir hanımefendiden bahsediyor:
“Şam’da Alman Zeiss marka gözlük cam bulunduran Ermeni bir eczacı vardı. Türkiye’ye gelip giderken Şam’da bir iki gün kalırdık. Bu sırada bazı ihtiyaçları temin ederken, gözlük camlarımızı da değiştirirdik. Gözlükçü, Antep Ermenilerindendi. Türkçe bilir, Türkleri severdi. Rahat rahat konuşurduk… 1962 yılında gittiğimde, bana, ‘istediklerimin iki saat sonra hazır olacağını.’ söyledi. Orada oturup bekliyordum. Gözlükçü kendisi çalışıyor… Kasanın başında para alıp veren bir kız var. Ağırbaşlı bir kız. Sordum ‘Bu sizin mi doktor?’ Dedi ki: ‘Allah rahmet eylesin, ağabeyimin kızıdır. Halep’te otururlar. Halep’teki Frenk Evi’nde, Fransızca edebiyat hocasıdır.’ Bunları duyduktan sonra iskemlemi aldım, kasanın yanına gittim. Türkçe olarak ‘Kızım, Fransız lisanına gönül lisanı derler; lügatü’l-âtife… Öyle midir?’ dedim. O da ‘Evet öyledir. Fakat irfâniyle şereflendiğim Arapçaya gelince, bu Arapça, hem his lisanıdır, hem kalb lisanıdır, hem akıl ve hem ruh lisanıdır… Lokman Suresinde belâğat ve fesahata hayranım! Hocam o surede, hem akıl, hem kalb, hem ruh var. Her şey var. Lokman Aleyhisselam'ın oğluna nasihatleri var. Orada: ‘Biz, Lokman’a hikmet ilmini verdik.’ buyurulmuş. Hikmet deyince tefsirlere bakıyorsunuz, yirmi - yirmi beş mânası çıkıyor. Sûrenin başında hikmet menbaı olan Kur’an-ı Kerim’in âyetleri bunlar, diye başlıyor. Sûre sizi doyuruyor. Bazı âyetler…’ dedi. ‘Hangi âyetler, kızım?’ diye sorunca, ‘Görünür görünmez, bilinir bilinmez, sezilir sezilmez âyetlerini, Allah'ınız, sizin üzerinize, çağıl çağıl yağdırıyor… Sağanak hâlinde üzerinize nimetler yağıyor… Bu Allah’ın hangi nimetlerini inkâr ediyorsunuz?.. diyor. Bir âyet daha var. Eğer Allah’ın kudsî kelimelerini yazmak için ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, melekler katip olsa, yazmakla bitiremezler. Bu âyet-i kerimelerde hocam, akıl da var, fikir de var… Fransızcanın gönül lisanı olması, bir tarih… Fransızca bu vazifeyi görmüş, gönül lisanı olmuş. Lamartin’lerin, Alfred de Mousset’lerin zamanında bir gönül lisanı olmuş. Fakat bugün maalesef, bu gönül kirlendi. Serbest terbiye, eğitim…’
“Kız böyle deyince, ben kendisini tebrik ederek dedim ki: ‘Kızım, derinlere indiniz. Benim bu bahislerde konuşmaya çok ihtiyacım var. Bilhassa sizin gibi böyle, Hıristiyan muhitinde büyümüş, Fransızca hocalığı yapan, şiire, edebiyata, hâlin gidişatına vâkıf bir hanım…’
“Bunun üzerine, iyice bahsi koyulaştırdı. Âdeta dil mütehassısı değil, bir felsefe, iman ve aşk üstadı gibi derinliklerden konuşmaya başladı. ‘Darwin’lerin, Freud’lerin, Engels’lerin, Karl Marx’ların, Durkheim’lerin, Auguste Comte’ların felsefeleri içinde yetişen insanın gönlünde kudsiyet kalmaz, bir kere hocam.’ dedi; devam etti: ‘Kur’an-ı Kerim’de, gönlümün âşık olduğu, lisanın belâğatiyle birlikte, aklın, ruhun ulviyeti, iffet ve nezahatin, ahlâk ve faziletin ruhu tüter, her cihetten mesut olduğunuzu, dolup taştığınızı hissedersiniz. Hikmet kelimesinin hayranıyım. Onun ruhumu doyuran, tatmin eden, meselelerimi halleden, belağat ve fesahatını Fransızca'da ve İngilizce'de bulamadım, maalesef…’
“Kendisine, ‘Kızım Mısır’ın Mahmud Hasan İsmail adında bir şairi var. Onun Hz. Muhammed Aleyhisselam hakkında bir kasidesi var. Dört mısraı hatırımda… Müsaade ederseniz okuyayım.’ dedim. ‘Memnuniyetle, minnettarım.’ dedi. Okudum: ‘Yâ Resulallah, yâ Hâdî / Yâ terennümete’l-hâdi… Ve yâ unşudete’l-küsbânî / Ve’r-rukbânî fi’l-vâdî’ deyince, derin derin dinleyen kızın gözlerinden, tufan gibi bir yaş boşaldı. İmanını kalbinde gizliyormuş… Gözyaşları içinde ‘Ah, yâ Habîbi! Ah sevgilim!’ diye inledi. Ellerini yüzüne kapadı. Bu hâli görünce kızın imanına hayran oldum.”
“O dört mısrada şöyle deniliyordu: ‘Yâ Resulullah, yâ Hâdî! (Ey insanlara, Allah’a giden yolu gösteren, ey hidayet rehberi, ey âhir zaman peygamberi! / Ey hâdîlerin, bestesi, nağmesi!.. Buradaki ‘hâdî’yi çöllerde yaşayanlar bilirler. Vaktiyle deve kervanlarının çöllerde seyir ve sefer ettiği zamanlarda, bir menzilden diğerine geçmek, çok zor olurmuş. Çölün ortasında su yok. Çöller alev alev yanıyor. Susuz iki menzilin arasını geçmek için, develere susuzluğunu, yorgunluğunu unutturmak lâzım… Deve, o sabırlı güzel hayvan, meşhurdur, güzel sesten haz duyar, hoşlanır. Bunun için her kervânda, güzel sesli bir hânende, okuyucu bulunurmuş. İşte kendisine ‘hâdî’ denilen bu adam, o besteleri okurken, şarkılar söylerken, develer de acılarını unutur, yürürlermiş. İşte şair, Resul-i Zîşan’a hitap ederek şöyle diyor: ‘Ey kervanların acı ve yorgunlarını unutturan hâdilerin, güftesi, bestesi nağmesi olan Peygamber! Hâdiler, seni, senin nağmeni terennüm ederek, insanlık kervanını sevk ediyor, istenilen menzile doğru götürüyorlar. Sade hâdîlerin değil, sen ey Resûl, vâdilerin, derelerin, sahralarının ve kum tepelerinin de bestesisin. Hepsinde senin nağmen, senin adın, senin destanın terennüm edilmektedir. Ben bu mısraları okuyunca, kızcağız, imanını dışarı vurdu. Gözyaşları tufanı içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.”
Çok ibretli bir hatıra doğrusu… Her toplum içinde, güzelliklere hakikatlara vicdanı ve gönlü açık insanlar olabilir…