Üstad Hazretleri “Hubb-u câh” duygusunun çâresi olarak şunları anlatıyor: “Eğer hubb-u câh hissi susturulmazsa ve izale edilip giderilmezse, bu şöhret duygusunun yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki: ‘Uhrevî sevap için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin güzel ve olumlu tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binâen, belki o şöhret ve makam düşkünlüğü hissinin meşru bir ciheti bulunur. Mesela; (Üstad anlatacağı bu temsili ilk Meclisin Başkanına, aynen böyle ifade etmiştir.) Ayasofya Câmii, fâzıl ve kâmil insanlardan, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda; tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup câminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa… Bir adam o cami içine ve o cemaat içine dahil olsa, eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız HAYLAZ ÇOCUKLARIN, SERSERİ MÜLHİDLERİN ve TEK TÜK ECNEBİLERİN hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raks edip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle hoşlanan bazı ecnebilerin alaylı tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübârek cemaatin bütün efradından, bir nefret ve tahkir nazarı celbedecektir. Aşağıların aşağısı esfel-i sâfilîne düşmek derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.
İşte aynen bu misâl gibi; Âlem-i İslâm ve Asyâ, muazzam bir câmidir… ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar, ÇOCUK AKILLI DALKAVUKLAR’DIR. O serseri ahlâksızlar, FRENK-MEŞREP, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyirciler ise, ecnebilerin fikir ve düşüncelerini neşreden GAZETECİLER’dir. Herbir Müslümanın, bilhassa fazilet ve kemâl sahibi ise, bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslamiyetin bir sırr-ı esası olan İHLAS ve ALLAH RIZÂSI cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâma ve kudsî hakikatlara dair harekat ve ameller ondan meydana gelse, lisan-ı hâli mânen Kur’an âyetlerini okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın her bir ferdinin dillerinden düşmeyen ‘Allah’ım! Mümin erkekleri ve kadınları mağfiret eyleyip bağışla’ duasında dâhil olup hissedar olur ve hepsiyle kardeşcesine alâkadar olur. Yalnız haşarat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin (milletimizin özüne köküne cibilli düşman olanların) ve SAKALLI ÇOCUKLAR hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen dayanma noktası telâkkî ettiği geçmiş büyüklerimiz selef-i sâlihînin nurânî caddelerini terk edip hevâ ve hevesine uyup riyâkârâne, şöhret –perverâne, bid’atkârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkiye düşer.. ‘Müminin ferâset ve basiretinden çekinin… Zira o baktı mı, Allah’ın nuruyla bakar’ (Tirmizi) hadisinin sırrıyla, ehl-i iman ne kadar avam ve câhil de olsa, aklı idrâk etmediği halde, kalbi öyle kendini beğenmiş adamları görse, soğuk görür, mânen nefret eder.
“İşte makam sevgisine tutkun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam-temsildeki ikinci adam- hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer. Ehemmiyetsiz, alaycı ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, geçici ve uğursuz bir mevki kazanır. ‘Müttekîler dışında, dünyadaki bütün dostlar, mahşer gününde birbirine düşmandır.’ (Zuhruf Suresi, 43/67) âyetinin sırrına göre, dünyada zarar, kabirde azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
“Temsilde geçen birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat İHLÂSI ve ALLAH RIZASI’nı esas tutmak ve şöhretperestlik ve makam tutkusunu hedef edinmemek şartıyla; bir nevi meşru manevî bir makam, hem de muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u câh damarını kemâliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder, ona mukabil, çok hem pek çok kıymetli, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç YILAN’ı kendinden kaçırır, ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ISIRICI YABANÎ EŞEK ARILARINI kaçırıp, mübarek RAHMET ŞERBETÇİLERİ OLAN ARILARI kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla ÂB-I KEVSER gibi FEYİZLER, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve amellerinin defterine geçirilir.
“Bir zaman, dünyanın büyük bir makamını işgal eden küçük bir insan, şöhret-perestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı, fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadığım için o ikazım dahi onu uyandırmadı.” (Yirmi Dokuzuncu Mektup Altıncı Risale, Birinci Desise)
İstanbul’un İngiliz işgali sırasında Üstad’ın onların aleyhine yazdığı Hutuvat-ı Risalesini, Abdurrahman Nursî ile beraber korkmadan dağıtan Tevfik Demiroğlu diyor ki: “Üstad, daha önceden beni İstanbul’dan Ankara’ya göndermişti. Daha sonra ısrarla kendisini de Ankara’ya istenince geldi. Ankara’da son olarak kendisini Mustafa Kemal ile istasyonda konuşurken gördüm. Ben yanlarında idim. O zaman Mustafa Kemal’in Sarayburnun’da heykelinin yapılmasını düşünüyorlardı. Buna karşılık ilk olarak Sokulluların adamı olan sarıklı avukatlardan Abdünnâfî Efendi karşı çıktı. İstanbul’dan Ankara’ya telgraflar çekti. ‘Hilâfet Merkezine heykeller dikilemez’ diye. O zaman da Üstad, ‘Paşa! Biz sana heykel dikmen için yardım etmedik’ dedi. İstasyonda ben duydum. Mustafa Kemal cevap vermedi, yürüdü. Ertesi gün de duyduk ki, Üstad, Van’a gitmiş…”
Üstad, heykel yerine okullar, üniversiteler ve hastaneler yapılmasını istiyordu.
“(Tevfik Demiroğlu, Van Mebusu Seyyid Tâhâ’nın yeğeni idi.)