Kibir imana mâni olduğu gibi, kibir Cennete girmeye de engeldir. Beklenti ve hırs da insanın mâneviyatında, âlâyı illiyyine yükselip kemâle ermesinde büyük bir settir, engeldir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu haris ve mütevazî kişilerin durumlarını şöyle bir temsille izah eder:
“Ehl-i kanaat ve ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: “Beni yalnız kabul etsin, dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur.”
“İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imiş gibi mağrurane der ki: ‘Bana en yukarı iskemleyi vermeli’ O hırs ile girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhâne sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden (içten içe) kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hâne sahibine tenkit ediyor. Hâne sahibi de ondan istiskal edip rahatsızlık duyuyor.
Birinci adam, tevazu ile giriyor; en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor: Bu sefer divanhane sahibi ona; “Daha yukarı iskemleye buyurun!” der. O da gittikçe teşekkürlerini ziyâdeleştirir, memnuniyeti artar.
* * *
M.Fethullah Gülen diyor ki: “Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçak gönüllülük mânâlarına gelir ki, kendini büyük görüp kibirlenmenin zıddıdır. Onu; insanın Hak karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zaviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. İster öyle ister böyle, insan tevazu ruh ve düşüncesiyle kendini, kapının alt eşiği, meskenin sergisi, yolların kaldırım taşı, ırmakların çakılı, başakların samanı kabul etmiş ve Alvar İmamı edasıyla:
“Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman.” Diyebilmişse, o kimse, başı göklerde en yüce kâmetlerin dahi bûsegâhı haline gelmiş demektir. Zaten, Efendimize (S.A.S.) isnad edilen bir hoş sözde: “Tevâzu ile yüzü yerde olanı, Allah yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” (Taberâni) denmiyor mu? Demek ki, büyük görünmekle küçük olma mâkusen mütenasip yani ters orantılı şeyler.
“Halifeler halifesi Hz. Ömer (r.a.) omuzunda kırba, su taşırken gören biri sorar: ‘Bu ne hâl ey Allah Resulü’nün hâlifesi!’ Mukarrebliğin mukimi Ömer, ‘Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti içimde şöyle böyle bir şeyler hissettim: -hâşâ ki, o, bizim anladığımız mânâda, bir bulanıklık olsun- o hissi kırmak istedim.’ der. Onun sırtında un taşıması, minberde kendini levmedip azarlaması, levmedenlere ses çıkarmaması, hep bu kabîl hazm-ı nefis ile alâkalı hususlardan olduğu gibi… Valiliği döneminde Ebu Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması; Zeyd b. Sâbit’in kadı (Mahkemede hüküm veren hâkim) olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi, buna mukabil Tercümânü’l-Kur’an’ın da onun atının üzengisini tutması Hz. Hasan’ın ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi ve Hz. Ebu Zerr’in başını Bilâl-i Habeşî’nin ayağının altına koyması gibi hadiseler hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidirler.
“Kur’an: ‘Rahman’ın has kulları yeryüzünde alçakgönüllü (tevazu sahibi) olmanın örneğidirler ve ağır başlı, yüzleri yerde hareket ederler. Câhiller kendilerine sataşınca, (selam) der geçerler.” (25/63)
(Kalbin Zümrüt Tepeleri, Tevazu)
Bediüzzaman Hazretleri “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emâresi de kibir ve enâniyettir.” diyor.
Bu güzel ölçüleri inşaallah kendimize rehber eder, içselleştirip özümsersek, biz de tevazunun feyizlerine mazhar olabiliriz.