Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Altıncı Mektub’un İkinci Mebhas’ında şöyle diyor:
“Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetleri ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Mesela büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar gerektiriyor, makamın izzetini muhafaza edecek tavırlar istiyor. Mesela her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür (zillet, küçük düşmedir), makamın değerini düşürmedir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlakı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür (kibirlenme) olur ve hâkeza…
“Demek bir insanın vazife itibariyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakiki lâyıksa ve tam kabiliyetli ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer kabiliyetli değilse, mesela bir nefer bir müşir (mareşal) makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer, o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâkla bağdaşamıyor.
“İşte bu bîçâre kardeşinizde ÜÇ ŞAHSİYET var. Birbirinden çok uzak, hem pek de pek çok uzaktırlar.
“Birincisi: Kur’an-ı Hakîmin yüce hazinesinin dellalı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’an’a ait bir şahsiyetim var. O dellalığın iktiza ettiği pek yüksek ahlak var ki, o ahlak benim değil, ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin gerektirdiği seciyeleridir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.
“İkinci Şahsiyet: Ubûdiyet (kulluk) vaktinde, dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı eserleri gösteriyor. O eserler, ubudiyetin mânasının esası olan ‘kusurunu bilmek, fakrını, muhtaçlığını ve âcizliğini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiye iltica etmek’ noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medhetse ve senâ etse beni inandıramaz ki, ben iyiyim ve kemâl sahibiyim.
“Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyaya, makam düşkünlüğüne bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan (Hâşâ!... Fakir ve köylü bir kökeni olabilir ama, aslı hem Hasenî, hem Hüseynî bir seyyidliktir.) hısset derecesinde bir iktisat ile düşkün ve pest ahlâklar (Hâşâ!.. Onlar dengeli bir muktesidliktir.) görünüyor. (Evet onlar, zâhirî görüntülerdir.)
“Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli, çok fenalıkları ve fena hallerini söylemeyeceğim. İşte kardeşlerim, ben istidadlı ve kabiliyetli bir makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellallık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve eserlerden çok uzaktır.
“Hem de ‘Hak vergisinde kabiliyet şart değildir’ (Yani Allah lütuflarda bulunurken, şahsın kabiliyetine bakmaz.) kaidesince, Cenab-ı Hak, merhametkârâne, kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir mareşallik makamı hükmünde olan Kur’an’ın sırlarını anlatma hizmetinde istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun! Nefis cümleden sûflî, vazife cümleden âlâ… Hamdolsun Allah’a… Bu Rabbimin fazlı ve ihsanıdır.” (Yirmi Altıncı Mektup, İkinci Mebhas)
“Mal benim değil, ben bir DELLAL’ım. Kur’an-ı Hakimin kudsî mağazasından aldığım elmasları, evvelâ nefsime, sonra müşterilere gösteriyorum. Benim BAHŞİŞİM de, müşteriden bir DUA’dır. Benim perişan vaziyetime bakıp, elimdeki elmasa ehemmiyet vermemek haksızlıktır. Çünkü, ‘Elmas benimdir, satıyorum’ dememişim. Benim gibi müflis bir adam, büyük elmaslara elbette mâlik değildir. Müşir (Mareşal) makamının emirlerini perişan bir nefer, ferik (korgenaral) gibi büyüklere tebliğ etse, neferin küçüklüğüne, perişaniyetine bakıp elindeki emirlere karşı lâkayt kalmak, ehemmiyet vermemek elbette yanlıştır.
“Fakat benim fenâ halim ve yanlış tabirlerim ve bozuk niyetlerim (Hâşâ) ve nefsimin riyâkârâne desiseleriyle (Hâşâ) o elmas misali hakikatlere kusur gelmiş, noksan olmuş ve onlara perde olmuş ki, onlara lâyık ehemmiyet vermemeye sebeptir.” (Beşinci Mektub’un neşredilmeyen bölümlerinden)
Hulusî Ağabey diyor ki: “Yine bir gün Üstad’ı ziyarete gittim. Normal sohbet ediyorduk. Konuşurken Doğulu şivesiyle konuşurdu. Tasdik ettiği bir şey için, ‘Belî gardaş!’ derdi. Birden Üstad’ın tavrında bir değişiklik oldu, hemen iki dizinin üzerine doğruldu. Yanında kâtiplik görevi gören bir iki kişi vardı. Muvazzaf bir komutan edasıyla onlara kağıt kalem getirip yazmalarını emretti. Üstad’ın sesi soluğu tamamen değişmişti. Artık fevkalâde akıcı bir üslupla sert bir şekilde ve mükemmel bir Türkçe'yle konuşuyor ve konuştuklarını yazdırıyordu. Ben yanı başındaydım. Sanki Üstad’ımın içinde bir dere çağlıyor da, o deredeki çakıl taşları birbirine çarparak hoş bir sadâ çıkarıyordu. Hatta bir an için kendimi bir derenin kenarında hissettim. Yazdıracakları bitince tekrar normal hale döndü.
“Ben merak etmiştim. Üstad’a rahat soru sorardım. İçindeki o sesin ne olduğunu ve nereden ileri geldiğini sordum. Verdiği cevap çok ilginçti: “Keçeli, bir imanî meseleyi yazdırmaya başladığımda, içimde en az ikiyüz âyet-i kerime, o imanî meselede yer almak için birbiriyle çarpışır!’ dedi.” (İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusî Yahyagil, 91. S.)
Anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, Kur’an âyetlerinin mânen birer meâli, Kaynak Kur’an-ı Kerim…