Sadettin Başer Ağabey, hatıralarını anlatmaya şöyle başlıyor:
10/07/1992 günü Almaata havaalanına sabah erken vakitte gelmiş pasaport muamelelerine başlamıştık. İstanbul’da istişare ettiğim D.Türkistan’lıların tenbih ettikleri kitap, kaset vs. gibi eşyaların yanımızda bulunmamasına dikkat çektikleri husus elbette çok önemliydi ama biz Çin’e turistik bir gezi için gitmediğimizden beraberimizde ağırlık olarak Arapça yazılmış Kitaplar vardı, bir problem olmadığı takdirde birkaç saat sonra Urumçi’ye varacaktık.
Ne de olsa çok heyecanlıydım. Nasıl bir problemle karşılaşacağımız belli değildi.
Pasaport işlemlerimiz farklı memurlar tarafından yapılırken, Necati abinin bir problemi olduğunu duydum, kendisine nedir diye sordum. Meğer Necati abi Rusya’ya girerken doldurmak mecburiyetinde olduğumuz deklare kağıdını, gömleğini yıkarken farkına varamadığı için kağıt okunmayacak hale gelmiş, üzerinde bulunan paraya kanunsuz olduğu gerekçesiyle el koymak isteniyordu. Memur hanım abiden parayı almış kararlı bir şekilde gidiyor, eğer ne yapıp edip parayı kurtaramazsam on beş gün kalmayı planladığımız Çin’e benim üzerimdeki parayla gitmemiz ve orada kalacağımız süre içinde yetmiyecekti.
Memurun önünü kestim baktım ki aldırmıyor kararlı bir şekilde yoluna devam ediyordu. “Adam mı soyuyorsunuz” diye birilerinin ilgisini çekmek için yüksek sesle bağırınca iki memur yanıma geldi.
Onlardan bir tanesi Kazak’tı.
Kazak memura, beni havalanı müdürüne götürün bu bayandan şikayetçiyim. Dedim. Kazak asıllı memur, lisanlarımız farklıda olsa ne demek istediğimi kısmen anlamış, müdürüne haber vermeye giderken havaalanı müdürü de benim sesimi duyunca ne oluyor diye bize doğru gelmekteymiş. Müdür de Kazak olduğu için anlaşabilecek şekilde biraz da el kol hareketlerini kullanarak, deklare kağıdının olmayışına sebep olarak, arkadaşım gömleğini yıkarken yaka cebinde kağıdı unutmuş olmasından dolayı kağıt okunmayacak halde olduğu için memur hanım parayı vermiyor diye problemi anlatmaya çalıştım. Müdür bey de memur bayana parayı iade etmesini emretti. Neyse parayı kurtardık. Daha yolculuğun başında ilk sıkıntıyı yaşamıştık, bundan sonra diğer muamelelerde bir problem çıkmadı ve saati geldiğinde uçağa binip koltuklarımıza yerleştik. Fakat içimizi şimdi başka bir sıkıntı almıştı ki en önemli olan da galiba bu idi.
Biz Çin’e giderken nelere dikkat etmemiz gerekir diye sorduğumuz kimselerden hap aynı cevabı almıştık. “Kitap, gazete ve her türlü kaset gibi şeylerin haricinde ne götürürseniz götürün aksi takdirde size sıkıntı verirler, çünkü en hassas oldukları tek konu bunlar.” diye sıkı tenbihatta bulunmuşlardı. Tanışacağımız kimselere hediye olarak vereceklerimizin kalıcı bir değeri olması lazımdı. Bunlarda ancak kitap, kaset gibi şeyler olabilirdi. Allah`ın yardımına güvenerek yanımıza aldığımız eşyaların ekseriyeti, bize götürmeseniz iyi olur dedikleri eşyalardı. Uçak havalandı her ne kadar tevekkül edelim desekte insan gayri ihtiyari heyecanlanıyor. Acaba bir aksilik olursa ne yaparız. Artık yapılacak bir tek iş var o da Cenab-ı Hakk’a dua dua yalvarmak.
Bütün samimiyetimle Allah’a yalvarıyordum, elbette Necati abi de dua ediyor olmalıydı. İyice konsantre olduğum bir sırada tam arkamda oturan beyin yanındaki ile konuşmaları bana öyle olumsuz tesir ediyordu ki adamın ses tonu kulak tırmalayıcı bir özelliğe sahip olduğundan arada bir belki anlar da yavaş konuşur diye, ikide bir dönüp dönüp bakıyordum ama adamcağızın umurunda değil, kendi kendime bu da belki ayrı bir imtihandır diyerek konsantrasyonumu muhafaza etmeye gayret ediyordum.
Tabii bu hiç mümkün olmadı dört, saate yakın bir uçuşun devamında yol boyunca çaresiz mecburen dinlemeye devam ettik.
Uçağımız Urumçi havaalanına iniş yaptı.
Yolcular uçağı boşaltıyorken, Necati ağabeye biz biraz ağırdan alalım dedim, uçaktaki yolcuların tamamı indi, yolcuların elbagajları vazifeli memurların isteği üzere gümrük kontrolleri yapılması için sırayla dizildi, biz uçaktan özellikle en son indiğimiz için eşyalarımız sıranın en sonundaydı.
En sona kalmakta maksadım şu idi;
Gümrük memurları en çok neye dikkat ediyorlar hem onu görürüm, olurya, belki de Allah ummadığımız bir lütufta bulunur, birisiyle tanışırız gibi düşüncelerle Necati abiyi en arkada valizlerle birlikte bıraktım, gümrük işlemlerinin yapıldığı kısma memurların olduğu yere geldim. Büyük bir uçak olduğu için tahminen üçyüz kişi kadar yolcu vardı. Zaman kazanmak için müsait bir ortam diye düşündüm. Hakikaten söylendiği gibi kimin valizinde kitap kaset vs. gibi şeylere rastlasalar teyp ya da video kasetlerini cihazlara takarak dinliyorlar/seyrediyorlar, yani cidden çok sıkı bir sansür uygulanıyordu.
Korkum bize bir şey yapacaklarından falan değil, netice itibariyle sınırdışı eder geri gönderirler o kadar, ama biz buraya üzerimize aldığımız bir işi yapmaya geldik. Bu sırada deklare kontrolünü yapmakta olan memurun yanında yapılan işlemleri dikkatle takip ediyordum. Rusya’ya geldiğim değişik zamanlarda da böyle durumlarda aynı şeyi yapar ilgili memurla, dil bilmeme rağmen, bir şekilde diyalog kurarak problemsiz geçtiğim çok olurdu. Aynı düşünceyle memurun yanında bekliyordum. Memur bir yolcunun işlemlerini yaparken, Allah`dan olacak memurun kullundığı kalemin mürekkebi bitmişti. Ben hemen bu fırsatı değerlendirerek adama bir kalem uzattım aldı ve sıradaki yolcunun işini bitirmek yazmaya başladı. Bu sırada yanından geçmekte olan bir arkadaşından kalem istedi diğer adam kalemi uzatınca ilgili memur, benim kalemi iade etmek isteyince. ben de bu türlü durumlarda lazım olduğunu bildiğim için cebimdeki diğer kalemleri gösterdim, “sizde kalabilir” dedim ve kalemi geriye almadım. Muamelesini yapmakta olduğu yolcunun işi bitince benden pasaportumu istedi, verdim pasaporta baktı ve düzgün bir türkçeyle;
“Türkmüsünüz”diye sorunca çok heycenlandım.
“Evet”. Dedim
“Eşyalarınız nerede” diye sordu. Sanki adamın Türkçe bildiğinin farkındaymışım gibi, en arka sırada olduğunu söyledim. Diyalog için iyi fırsat yakalamıştım hemen adını sordum.
“Necat”dedi.
Buna çok sevindim.
Çünkü Arapçada ”necat” kelime manasıyla, kurtuluş anlamına geldiği için, kendi kendime, bunun hayırlı bir tevafuk olduğunu ve bir problem yaşamayacağımız tevilinde bulundum. Valizlerimizin nerede olduğunu sordu ve getirmemi istedi. Koşarak gittim ve Necati abiyle valizlerimizi aldık, ağırlıklarından dolayı taşımakta zorlandığımız belli oluyordu, bundan da endişe duymaya başladım. Necati abi belki durumun farkında değildi, moralini bozmamak için özellikle ona birşey söylemiyordum.
Yanımızda dört-beş tane çanta vardı, çantanın birini hafifçe araladım. “Tamam kapat” dedi ve dışarıya çıkan koridoru gösterdi. Sonra müşteri bekleyen minibüslerden birinin şoförüne, İstanbul’da, Hasan’ın anne ve babasına yazdığı mektubun üzerindeki adresi göstererek bizi götürmesini istedim.
Adam meğer Çin’li imiş.
Urumçi’de D.Türkistan’lılar Kur’an yazısı kullandıkları için Çin’li şöför zarfın üzerindeki yazıyı okuyamadı ve bir işaretle birine okutturacağını ima ederek çıkmakta olan yolcuların bulunduğu tarafa doğru gitti.
Biraz sonra yanında biriyle çıkageldi. Bu şahıs ise uçakta benim arkamda konuşmalarından rahatsız olduğumu söylediğim zattı ve büyük bir tevafuk eseri olarak O’da düzgün bir türkçeyle,
“Galiba bir probleminiz var” diyerek bize yardımcı olmak istediğini söyledi.
Hayretler içinde kaldım.
Böyle bir anda Türkçe konuşan birinin karşımıza çıkmış olması ve hem de uçakta sert bakışlarımla belki de rahatsızlığına sebep olduğum şahıstı, tanışma faslından sonra bir an özür dilemek istedim fakat yapamadım. İsminin Nahit olması dikkatimi çekmişti ama hangi millete mensup olduğunu anlayamadım. Çünkü; sarışın uzun boylu olmasından dolayı İngiliz vatandaşı olacağını düşündüm.
İsminin Nahit olmasından dolayı
“Müslümanmısınız” diye sordum.
“Avusturalya’da bir Türk’le ticari alış verişimiz vardı, çok dürüst bir olduğu için bu insanı sevmeye başladım. Kendisi namaz kılan biriydi, samimiyetimiz ilerledikçe O’nun inançlarına da saygım artmaya başladı. Ben bir hristiyandım ama ikimizin farklı inançlarda olmasının dostluğumuza bir zararı yoktu. Türk dostum bana Müslüman olmam için bir teklifte bulunmadı ama, kendisini o kadar çok sevmeye başlamıştım ki, bir gün bu arkadaştan nasıl Müslüman olunacağını sormaya karar vermiştim. İçimde fırtınalar estiğini hissettim ne de olsa bu yaşıma kadar inandığım inançlarımdan ayrılacak ve kendime yeni bir din seçecektim. Ama artık karalıydım dostuma duygu ve düşüncelerimi anlattım, çok sevindiği belliydi ve ağlamaya başladı. Meğer Müslüman olmak çok kolaymış, ben de acaba bir merasim falan mı yapılacak diye endişe ediyordum.
Çünkü; Şimdilik Müslüman olduğumu tanıdıklarımın bilmesini istemiyor, bana baskı yapacaklarından korkuyordum. Türk arkadaşım bana, “Benim söyleyeceklerimi kalbinle tasdik ederek aynısın sen de söyleyeceksin” dedi ve Kelime-i şahadet getirdi ve ben de tekrarladım. Artık Müslüman olmuş çok hafiflediğimi hissetmiştim.” dedi.
Nahit Beyle bindiğimiz arabanın içinde hem gidiyor hem de tatlı tatlı sohbet ediyorduk. Bunun üzerine ben de cesaretimi toplayarak uçaktaki durumdan dolayı özür dilemek istedim.
Nahit Bey;
“Benim Türklere vefa borcum var önemli değil, aslında ben sizden özür dilemem lazım, insan bazen kendini kontrol edemiyor.” dedi.