Muhyiddin İbn-i Arabî gençliğinin başında ehl-i dünyanın arasındaydı. Babası İşbiliye’de Mağrip sultanının veziri idi. Babasının arkadaşlarından olan bir emir, diğer asil gençlerle birlikte onu da bir ziyafete davet etti. İbn-i Arabî ve diğerleri doyasıya yediler. Ardından şarap kadehleri dolaşmaya başladı. İbn-i Arabi’nin kendi sırası geldiğinde kadehi eline aldı ve içmeye hazırlandı.
“Sen bunun için yaratılmadın!..” diye kendisine nidâ edildiğini duydu ve kadehi fırlatarak şaşkınlık içinde oradan ayrıldı. Evinin kapısında, üstü her zamanki gibi toz toprak içinde bulunan çobanı gördü. Babasının bu çobanına takıldı. Şehri geçinceye kadar ona eşlik etti. Sonra elbiselerini onunla değişti. Uzun bir müddet yürüdükten sonra bir akar suyun kıyısındaki bir mezarlığa ulaştı. Orada kalmaya karar verdi. Oraya girdi ve sadece namaz vakitlerinde dışarı çıkmak üzere zikretmeye başladı. O mezarlıkta dört gün kaldı. Pek çok ilimlere ulaştı.
O zaman on beş yaşlarında idi ama ilim ve irfanda o yaşta çok derindi. Hatta o sıralar meşhur filozof İbn-i Rüşd ile karşılaştı. İçeri girdiğinde filozof onu karşılamak üzere kalktı, dostluk ve sevgisini gösteren hareketlerle İbn-i Arabi’ye sarıldı. Sonra da “Evet” dedi. O da “Evet” dedi. Filozof onun cevabını duyunca, kendisinin ne demek istediğini İbn-i Arabi’nin anlamış olduğu için sevindi. Onu sevindirenin ne olduğunu fark eden İbn-i Arabi bu sefer “Hayır” dedi. İbn-i Rüşd kaskatı kesildi ve benzi attı. Fikirlerinden şüpheye düşmüş gözüküyordu. Şöyle soru “İlahî ilham ve fetihle nasıl bir çözüme ulaştın? Bizim nazar ve istidlal ile ulaştığımızın aynı mı?” İbn-i Arabî şöyle cevap verdi, “Evet ve hayır. Evet ve hayır arasında canlar bedenlerini terk eder ve kelleler düşer.” Bu cevap karşısında İbn-i Rüşd sarardı ve titredi, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” dedi. Çünkü İbn-i Arabî’nin ne dediğini anlamıştı.
Muhyiddin İbn-i Arabî, Hz. İsa’yı cismanî olmayan mânevî şeyh kabul eder. Onun fakirlik ve zühd hakkındaki telkinleriyle lüksü terkedip fakirane bir hayatı tercih ettiğini söyler. Kendisine bağlı olanlara da bunu telkin eder. İbn-i Arabî, “Bil ki, ‘Allah beni Kendisine çağırıp ben de icabet ettiğimde: Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar.’ (7/58) âyetini zikir olarak aldım. Bir müddet sonra fetret (kesinti dönemi) geldi. Sonra bana ‘Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur.’ (7/57) âyeti hatırlatıldı.”
Muhyiddin İbn-i Arabi, on beş yaşlarında zamanını, ehl-i tarik bir zattan Kur’an öğrenmek ve aynı zamanda kötü arkadaşlarıyla birlikte gece eğlencelerine katılmak arasında bölmüşken, Allah ona şeriata riayet etmesini hatırlatacaktır. Afallama olarak kaçar ve bir müddet inzivada kalır. Bu iradesine bağlı inziva ve uzlet sırasında fethe (mâneviyata açılışa) nâil olur.
Kendisine (Hızır Aleyhisselam gibi) ledünnî ilim verilir. Sonra ona mal ve mülk her şeyini terketmesini emreden Hz. İsa Aleyhisselamın mânevî rehberliğinde tevbe eder. O zaman henüz intisab edeceği hiçbir dünyevî şeyh tanımadığından her şeyini babasına teslim eder. Kendisi de Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselamların muhafazası altına girmiş olarak görür. (Claude Addas, Muhyiddin İbn-i Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde. Tercüme: Atilla Ataman, Sufî Kitap)
Hz. İsa ve Hz. Musa Aleyhisselamlara olan münasebeti belki de bir Müslüman olarak Batı dünyasına vereceği mesajlarla ilgili olabilir.
Muhyiddin İbn-i Arabî gençliğinin başında bir yandan bambaşka bir yolun davetini hissetmekte bir yandan da gençliğin baskısı altındadır. Yani genç İbn-i Arabî bu dünyanın eğlencelerine yönelik arzusu ve Allah’a teveccühün iştiyakı arasında gidip gelmekte, hakikati belli belirsiz sezmesine rağmen onu tahkik etmemektedir. Aslında Allah’a itaatsizlik değil, ama itaatin asgariliği söz konusudur.