Zelile, zillet kolay gelir

Safvet Senih

Safvet Senih

30 Ağu 2017 14:51
  • Edebî bir ekol sahibi olan Üstad Mahmud Şâkir, Kahire’de 1940’lı yıllarda kendi konağında davetler verir, edebî sohbetler düzenlerdi… Bu sohbetlere o tarihlerde Kahire’de bulunan son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Bey ve o zaman talebe olan Ali Ulvi Kurucu Bey de katılırdı. Bir toplantıda, Abbasîler devrinin en büyük şairlerinden olan Ebu’t-Tayyib el-Mütenebbî’nin Divan okunuyordu. Şairin “Zelîl olan kimseye zillet kolay gelir. Ölmüş bir insanın aldığı yaradan acı duymaması gibi…” mânasına gelen beyti üzerinde duruluyordu. Herkesin bu beyitten ne anladığı soruldu. Üstad Mahmud Şakir söz alarak şöyle dedi: “Şairin beyitte abideleştirdiği mâna: İnsanlığın şeref tacı olan izzetin korunmasıdır ki, bu ulvî seciyeye fertler olduğu gibi, cemiyetler, milletler ve devletler de muhtaçtırlar. Kur’an-ı Kerim de bu mânayı meâlen şu âyet-i kerimede, nurdan bir mahya hâlinde bakınız nasıl edebiyet semalarına geriyor: ‘Şan ve şeref, izzet ve kuvvet, hâkimiyet ve üstünlük Allah’ındır; Resûlünündür; müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.’ (Münafıkûn Suresi, 63/8) 

    “İşte şairin beytindeki, ruhlarımızı heyecanlara garkeden mânevî hava, bu ebedî hikmetin, fırtına hâlini almış ifadesidir. İmanla iradenin aşk hâline gelmesi ise  fert ve cemiyetteki topyekûn muvaffakıyetlerin baş şartı olduğu gibi, mukaddes davalar ve büyük sevdalar uğrunda savaşlara giren kahraman orduların da zafer tacıdır.

    “Üslup ve ifadenin bu lâhut ufkuna yükselmesi hâlinde şiir, vezin ve kafiye olmak esaretinden kurtulmuş oluyor. Büyük sevdalara hız ve hamle kazandıracak ideal sancağı oluyor.  Bu sancağın dalgalanışında dile gelen besteler, aklın olduğu gibi hissin de, ruhun da, aşkın da nurdan ifadeleri oluyor…

    “Zelîle, zillet kolay gelir. Bir fert yahut millet veya devlet, bir kere zelil olmaya görsün! Zillete düşen, ancak düştüğü bu zillet hâlinden utanmayan, acı duymayan, izzet-i nefsini kaybetmiş olan, aşkını yitirmiş, gayesi kalmamış, hedefsiz bir varlık, bir kalabalık hâline gelmiş olan fert veya milletin, bu hâle aldırmamasına şaşılmaz… ‘Nasıl olup da bu kadar zilletlere aldırmıyor?’ diye sorulmaz.

    “Onun misali şudur ki, ona benzer ki, ölmüş bir cisim de yaradan, hançerden acı duymaz… Artık ona ne yapılsa aldırmaz. Çünkü ölmüş, canını, ruhunu, herşeyini kaybetmiştir. Bir ölü gibi, millî, dînî, ruhî, fikrî, manevî, izzet ve şerefini kaybetmiş fert, millet  veya devlet de, hakaretten, aşağılanmaktan, rezil ve sefil olmaktan utanmaz, acı duymaz. Allah korusun…

    Bir talebe olmasına rağmen bu edebî sohbette bulunan Ali Ulvî Kurucu Bey, bu güzel sohbet gece hakkında, Yesârî Asım Beyin ‘Bezminde geçen her geceyi bin yıl uzatsam.” mısraını okur. Mahmud Şakir bir feryat kopararak: “Allah! Ya Ali Ulvî!... Okuduğun bu mısradan mâna olarak bir kelime anlamadım. Fakat bundaki, musiki, ahenk beni büyüledi! Allah aşkına bir daha oku!” dedi.

    Okuyunca da:  “Lâfzı beni mestetti… Ya mânası nedir?” dedi. Ali Ulvî Bey, “Lâfzını okudum. Üstad İbrahim Sabri Bey de mânayı lütfetsinler.” dedi. Mânasını duyduktan sonra Üstad Mahmud Şakir dedi ki:
    “Türk, İslâmı kabul etmekle neler kazanmış! Ben Türkçeyi bilmem, fakat zannederim ki, İslâmı kabul etmeden önce, Türk lisanında bu âhengi verecek, uzun heceler yoktu… Bu sonsuzluklara ait fikirleri ifade etmek için gereken dil zenginliği, nasıl gelişme kaydedip bu kadar genişlik ve derinlik kazanabildi?”

    Onun bu sorusuna İbrahim Sabri Bey, onu hayrette bırakan şu şahane cevabı verdi: “Efendiler, Selçuklu’yla tekâmüle başlayan ve Osmanlı'yla devam eden, Türk'ün ilmî ve edebî sanat dili o hâle gelmiştir ki, Arapça’dan ve Farsça’dan zengin olmuştur, dersem; şaşmayın! Niçin? Çünkü Arapça ve Farsça'da yalnız Arapça, Farsça kelimeler var. Halbuki Türkçe, bu iki lisanın en güzel, en ahenkli ve en lüzumlu kelimelerini almış; üç dilin en güzel kelimeleri ile, güzeller güzeli, âhenkli bir lisan teşkil etmiştir. Türk şairleri de bu sayede, kelime ve kafiye zenginliğine kavuşmuşlardır. Arap şairleri gibi Türk şairleri de hiç yorulmadan yüz, yüz elli beyitlik kasideler yazarlar… Divan edebiyatı, öyle güzel bir terkip ile en yüksek edebiyat şahikasına erişmiştir… 

    “Osmanlı, yazı bahsinde de buna benzer büyük bir hamle yapmıştır. Arabın ilk kullandığı pirimitif, ibtidaî yazı şeklini, Kûfî yazıyı almış; dokuz güzel şekilde geliştirmiş, fevkalâde bir sanat eseri hâline getirmiştir: Sülüs, celî, nesih, rik’a, ta’lik, dîvânî, icaze, kûfî, reyhanî… Bunlarla bir hüsn-i hat sanatı ihdas eylemiştir ki, bu netice ömürler süren çalışmalarla mümkün olabilmiştir. Osmanlı zamanla, yazıda yaptığını, şiir lisanında da yapmıştır. Belki tuhafınıza gider; inanması güçtür. Fakat bu olmuştur ve Osmanlı son devirde, aruzu o hâle getirmiştir ki, zihaf ve imâleyi kaldırmıştır. Şâirlerimiz, artık zihafsız ve imalesiz olarak, aruz vezniyle Türkçe şiirler yazmaktadır…”

    Bu hususta bu feyizli sohbetlerin daha geniş tafsilatını Ali Ulvî Kurucu Ağabeyin Hatıraları'ndan takip edebiliriz…     

    Safvet Senih 
    30 Ağu 2017 14:51
    YAZARIN SON YAZILARI