1973 yılında tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi iken, İzmir’deki Fransız Kültür Merkezi aracılığıyla, yaz aylarında staj yapmak üzere Fransa’nın Colmar şehrindeki bir hastaneye gittim. Hastanede ve kaldığımız misafirhanede, önden giden birisi bir kapıyı açtığı zaman, arkasına bakmadan yürüyüp gitmiyordu. Kapıyı açıyor, sonra arkaya bakıyor, çok uzaklardan gelen birisi bile varsa, kapıyı açık tutarak onu bekliyor, o da hızla koşarak geliyor, teşekkür ediyor, daha sonra gelen kişi tekrar arkasına bakarak kapıyı açık tutuyor, gelen yoksa kapıyı kapatıp yürüyüp gidiyordu. Üç ay içinde ben de bu güzel alışkanlığı edinmiştim. Hala şu anda bile bir kapıyı açıp bir yere geçeceksem, mutlaka arkaya bakıp gelen birisi varsa kapıyı açık tutuyorum ve ona teslim ediyorum.
1975 yılında dahiliye stajı yaparken o zamanki baş asistanımız rahmetli Prof. Dr. Durak Yetkin, hastaları ‘biz stajyerlerle’ birlikte vizit esnasında, hastaların hastalığı ve tedavisi ile ilgili kısa, az, öz çok faydalı bilgileri bize anlatırdı ve daha sonra da bize dönüp; “ileride dahiliyeci olmasanız bile bunları sepete atın, size mutlaka bir gün lazım olur“ derdi. Nitekim şahsen ben onları hiç unutmadım ve halen de o bilgileri kullanıyorum.
Yanında ihtisas yaptığım rahmetli Prof. Dr. Orhan Cura, kendi hocasının bir hastalıktan dolayı genel cerrahideki ameliyatına gözlemci olarak katılır. Çok derin dokuları dikmek için iğne geçirildikten sonra iğnenin ucunu bir pensle tutarak o şekilde çektiklerini görür. Eğer böyle ikinci bir pensle tutulmayacak olursa, iğnenin ucunu bulmak çok zor olur. Aynı durum, bademcik ameliyatlarında da dikiş atmak için iğne geçirildikten sonra o zaman ikinci bir pensle tutulması bilinmediğinden iğnenin ucu aranır durur. Hoca burada gördüğü bu tekniği kulak burun boğazın değişik ameliyatlarında da aynen uygular ve bunu bir makale olarak yazar, sonra da kulak burun boğaz ameliyatlarında bu usul pratikte yapılmaya başlanır. Biz de asistanlığımız esnasında bunu öğrenmiştik.
1981 yılında İsviçre hükümetinin burslusu olarak Cenevre’ye gittiğimde işimi halletmek için bir devlet dairesine gitmiştim. Binaya girince herkesin köşelerde oturduğunu gördüm, sıra yoktu. Bir anlam veremedim. Sonra muamelelerin yapıldığı pencerelerin üzerinde elektronik rakamlar gördüm. Benden sonra gelen insanların bir makinanın yanına giderek, düğmeye basıp numara aldıklarını fark edince, ben de daha sonra gidip bir numara aldım. Sıram gelince işlemimi yaptırmıştım. Bunu ilk defa görüyordum ve çok dikkatimi çekmişti. Çünkü o zamanlar ülkemizde devlet dairelerinde ve benzer yerlerde insanlar birbirleriyle sıra kavgası yaparlardı.
1982 yılında İsviçre’den Amerika’nın Boston şehrindeki Harvard Tıp Fakültesi kulak burun boğaz kliniğine ziyarete gitmiştim. O zamana göre kulak burun boğaz alanının en önemli isimlerinden Prof. Harold Hoca ile poliklinikte hasta muayene ediyorduk. Hoca her polikliniğe indiğinde, mutlaka kravatlı olur, muayenesi biten hastayı kendisi yolcu eder, yeni gelen hastaya da “hoşgeldiniz’’ der, elini sıkar ve buyurun derdi. Orada bulunduğum süre için bu alışkanlığı da hocadan görüp ben de hep uygulamaya gayret ettim.
1993 yılında, İsviçre Cenevre’de birlikte çalıştığımız hocamı Türkiye’ye davet ettim. Türkiye'deki değişik hizmet müesseselerini birlikte ziyaret ettik. Buradaki ana fikrin, öncelikle ülkemize, daha sonra da bütün insanlığa yararlı güzel nesiller yetiştirmek olduğunu ve bu düşünceyle bu müesseselerin yapıldığını izah ettik. Sonra da bir Orta Asya ülkesine birlikte gittik. Oralarda da benzer güzellikleri gördü. İstanbul'dan İsviçre’ye dönerken bana; "ne olur bu güzel yolda yapmış olduğunuz bu güzel işleri aynen devam ettirin. Maalesef biz Batı olarak, ferdiyetçi bir toplum olduk, başkalarını düşünemez hale geldik. Bu güzel işlerinize devam ederseniz bir gün gelir sizlerin kapısını tıklar ve “bu güzel işleri lütfen bize de anlatın deriz" demişti.
Aynı yıllarda Amerika’dan eşleriyle birlikte bir akademisyen grubunu Ankara’da misafir etmiştik. Bir programdan sonra bu misafirlerimizi evimize davet ettik. Karı koca iki akademisyen bana; “kusura bakmazsanız size bir soru soracağız" dediler. Ben de ‘’buyurun’’ dedim. “Normalde bizim programımızda sizin evinizi ziyaret yoktu. Bu son anda gelişti. Belli ki siz de buna son anda karar verdiniz. Evinizde bize ikram edeceğiniz şeyler olmayabilirdi. Biz bir misafirimizi evimize davet edeceğimiz zaman, bir ay önceden hazırlık yaparız, haber veririz. Eşimle beraber merak ettik’’ dediler. Ben de “siz bizim dostlarımızsınız, aramızda bir resmiyet yok, samimiyet var. Dolayısıyla evimizde ne varsa birlikte paylaşırız diye düşündüm ve nitekim de öyle oldu’’ dedim. Onlar da karı koca ikisi de bana; “Biz de zaten bunu merak ediyorduk ve bundan sonra biz de Amerika’da aynen sizin gibi günler önce, aylar önce değil fırsat oldukça her an misafirlerimizi evimize çağırabilmeyi kendi aramızda konuştuk, bize güzel bir örnek olduğunuz size çok teşekkür ediyoruz" dediler.
2000’li yıllarda tanıştığımız Konyalı eczacı Mustafa abi, yıllar önce Konya’nın en meşhur eczanelerden birinin sahibi olduğunu anlatmıştı. O yıllarda İstanbul’a özel olarak gittiğini ve değişik mağazaların, eczanelerin vitrinlerine bakarak ve içerideki çalışma şekillerine dikkat edip Konya’ya döndüğünde kendisi de eczanesinde bunları uygulardı. Bunun için de Konya’nın en önemli eczanesi olduğunu anlatmıştı. Bu geliş gidişlerinde değişik iş adamlarını da ziyaret eder, onların tecrübelerinden de istifade ettiğini söylerdi. Onun bu güzel alışkanlıklarını gören İstanbul’daki iş adamları da ısrarla kendisini her seferinde İstanbul’a taşınmaya zorlar ve değişik işlere ortak etmek isterlerdi. Uzun zaman bunlara direnen Mustafa abi, daha sonra onları kıramayıp İstanbul’a taşınmıştı ve sadece bir eczane değil, ama ilaç fabrikaları ve başka sahalarda da iyi bilinen markaların fabrikalarını kurmuştu.
Kayseri’de bulunduğum yıllarda rahmetlik Turgut Özal’ın başbakan olduğu dönemde, küçük bir kebapçı dükkanı olan bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bana Turgut Özal’ın vizyonundan çok etkilendiğini ve lokantasının içini tamamen fayansla döşediğini, bazı malzemelerin şeklini ve yerini değiştirdiğini ve böylece müşteri sayısının ve kazancının kat kat arttığını söylemişti.
Geçmişte yaşadığım ve şahit olduğum ve halen olmaya devam ettiğim, karşılıklı güzel örnek alışverişleri devam etti. Bu güzel örneklere bakınca, aynen arıların bal yapmak için çok değişik çiçekleri, mesafeler çok uzun da olsa ziyaret ettiğini ve hepsinden topladıkları nektarlarla balı yaptıklarını biliyoruz. Bundan dolayı da işini bilen ve çalışkan insanlar için “arı gibi” tabirini kullanıyoruz. Bu güzel gayretlerle ortaya çıkarılan mamul maddenin adı olan balı da çok güzel işleri tarif ederken “bal gibi” diyerek anlatıyoruz.
Aslında yaşadığımız her gün, her yerde ve her zaman herkesten istifade etmek için, ciddi dikkat etme, onların tecrübe ve metotlarından istifade etme, bu istifadelerle güzel işler yapma, daha sonra da bunları yani bu güzellikleri herkesle paylaşma gayreti içinde olma insan olmanın bir gereğidir. Başkaları da tabii olarak bizim güzel, samimi ve bu iyi niyetli davranışlarımızdan kendilerine örnekler alabiliyorlar.
Gidilen her çeşit toplantı ve görüşmelerde, karşılıklı istifadeler yanında, bir de insanın bunları dinlerken aklına gelen tedailer (çağrışımlar), orada dinlenenlerden bile değerli olabilir. Bunları da unutmama ve daha sonra istifade etme adına bir kenara yazmak gerekir. Uyun-u sahire denilen, gözlerini ve kulaklarını dört açarak hemen her görülen ve duyulan değerlendirmelerden-arıların değişik çiçeklerden aldıkları nektarlar gibi- istifade etmesini bilmek gerekir. Bu şekilde öğrenilen ve önemsiz gibi görülen bir yaklaşım-her bir nektarın farklı bir faydasının olduğu gibi- kim bilir seneler sonra ne kadar büyük bir işimizi halledebilir.
Özellikle Allah rızasını kazanma istikametinde yaşamın ve insan olmanın anlamını, dolayısıyla her yönüyle mutmain olarak Rabbimizi anlamayı ve onu herkesin anlayacağı dilde ve şekilde, güzel tecrübe ve metotlardan istifade ile, zamanın dilini ve mekanın dilini kullanarak anlatmaya gayret etme, esas yapılması gereken iştir.
Eskiden “kültürler sınır tanır, medeniyet sınır tanımaz” denirdi. Yani fizik, kimya, mühendislik, tıp gibi bilim dalları, her yerden alınabilir, ama kültürle ilgili özellikler alınmamalı ve kendi kültürümüzle yetinilmelidir diye düşünülürdü. Ama şu anda her kültürden alınacak ve o kültürle paylaşılacak nice güzelliklerin olduğunu da görüyor ve yaşıyoruz.
Bu açıdan da asla münakaşa ve kavga konusu bile yapmadan herkesten, her konuda, her zaman almamız ve pratiğini yapmamız gereken çok şey olduğunu, gelişen iletişim araçlarıyla daha fazla anlıyoruz ve hatta içinde yaşıyoruz. Kendi kültürümüzde de başkalarının alabileceği çok şeyler olduğunu görüyoruz ve bunları paylaşıyoruz. Bunları alan insanlar da bu güzelliklerden istifade ediyorlar.
Netice olarak, arının Allah’ın kendisine lütfettiği özel donanımlarla, çok ciddi planlamalar, gayretler neticesinde ulaşması gereken nektarlara ulaşıp bunları, yine mükemmel mühendislik harikaları göstererek peteğini ve peteğin içini doldurup bize sunduğu bal gibi, biz de insan olarak sorumluluklarımızın gereği, dinleri dilleri, kültürleri, ülkeleri farklı da olsa, insan olma ortak paydasından hareketle, herkesle diyalog kurabilme, herkesten istifade edebilme, bizdeki güzellikleri herkesle paylaşabilme ve neticesinde de bal gibi bir insanlık örneği gösterebilme yolunda ve istikametinde olmaya devam etmeliyiz. Çünkü böyle bir paylaşıma herkesin, her birimizin ihtiyacı var. Ama gereksiz işler için zaman kaybına tahammülümüz yok. Esas yapılması gereken işler bizi bekliyor.
Arı olup, arı kalmaya devam yanında, bu ciddi gayretlerle oluşan balın özellik ve güzelliklerini, istisnasız herkese, faydasını bizzat gösterip anlatmaya, onların da arı olup ballar yapmasını teşvik etmeye gayret edelim. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan cc….