Tıbbın konuları ile toplum biliminin konuları birbirine çok benzer. Çünkü ikisinin de esas konusu insandır. Tıpta insanın normal ve sağlıklı olması bir esastır. Toplum da insanlardan meydana geldiği için, normal ve sağlıklı insanlardan oluşan toplum da normal ve sağlıklı olur. Bu temel esastan hareketle, insanın vücudunun anatomisi, fizyolojisi, bunların bozulma durumlarında teşhis ve tedavileri, benzer şekilde toplumda cereyan eden hadiselerin teşhis ve tedavileri yönüyle neredeyse birebir örtüşür. Tıptaki iltihap, sosyal olaylardaki huzursuzlukla, tıptaki kanser toplumdaki anarşi ile, gerek sebepler, gerekse teşhis ve tedavi yönüyle ciddi benzerlikler gösterir. Mukabil örnekler çoğaltılabilir. Bu şekildeki teşhis ve tedaviler doğru yaklaşımlardır.
DEJENERASYON VE REJENERASYON
Normal bir insan vücudundaki dokuların yapıları, yanlış beslenme, yanlış kullanma gibi yollarla bozulduğunda buna “ dejenerasyon “ denir. Dengesiz bir şekilde kaldırılan bir ağırlık, insanın omurga yapısını bozabilir ve sırtta şiddetli bir ağrıya sebep olur. Bu bir omurga omurga dejenerasyonudur. Bunun tedavisi ise fizik tedavi ve gerekirse cerrahi ile o yapının tekrar normale yakın duruma getirilmesi ile olur ki ki bu da rejenerasyon, yani “tekrar düzeltilme” adını alır. Yaralanmış durumda olan bir derinin kendini yenileyerek iyileşmesi bir rejenerasyondur. Hasar gören veya kaybedilen dokuların ve organların yeniden oluşmasına rejenerasyon yani yenilenme denir.
Tıpta böyle olduğu gibi, toplum hayatında da normal toplum yapısı, anormal müdahalelerle bozulursa (fıtrata, yani insanın yaratılış şekline aykırı müdahale ve davranışlarla)bu müdahalenin önemi ve büyüklüğüne göre az veya çok toplum dejenere olur. Vücuttaki bir arıza acilen düzeltilmezse, sonra daha sıkıntılı ve tedavisi zor durumlar meydana gelir. Böyle bir insan neredeyse bir ömür boyu bu sıkıntıyı çeker durur.
Benzer durum, toplum yaşamında da görülür. Küçük bir arıza, hemen, zamanında doğru teşhis ve doğru tedavi ile iyileştirilebilecekken, ihmal edilmesi durumunda, senelerce değil ,nesiller boyu toplumdaki bu arıza devam edebilir. Neticesinde de böyle bir toplum arızalı, problemli, dertli bir toplum olur. Fasit daire içine girildiğinde de insanlar mutsuz olur ve böyle bir toplum, dünyadaki genel gelişmişlik endeksinde en son sıralarda yer alır.
Bunların da en kısa sürede teşhis edilip, derhal zaman ve mekanın dilini kullanarak düzeltilmesi, hem gelecek nesilleri kurtarır, hem de o toplum dünyadaki diğer toplumlara örnek teşkil eder .
Halen dünyanın genelinde yaşanan tam da budur. Zamanında makul çözümlerin bulunmadığı durumlarda, bir yandan durmadan problemlerin biriktiği, oluşan bu fasit daire içinde gittikçe gerçek insani değerlerin öncelenmesi endeksinde bu ülke en son sıralarda yer alınır. Bu problemler sarmalından kurtulup, dünyada saygın toplum haline gelebilmek, ciddi gayret ve çalışmalara bağlıdır. Böyle doğru bir yola girildiğinde bile, normale dönme birkaç nesil beklemeyi gerektirir. Tabii ki bu da bozulmuş, insani değerleri kaybolmuş, dejenere bir toplumun kendisini yenilemesi gerçek insani değerlere sahip olması, ciddi gayretlerle ve toplumun rejenerasyonu ile mümkündür.
İnsanlık tarihi incelendiğinde, her iki gruba ait örnekler görülebilir ve bu süreç her iki yönde de yani normal toplum-dejenere toplum şeklinde kendini düzeltebilen ( (rejenerasyon)) toplumların örnekleri ile doludur.
ENTEGRASYON VE ASİMİLASYON
Entegrasyon konusu da keza tıp ve sosyal hadiselerin benzerliğine ayrı bir örnektir. Entegrasyon, gerek fert, gerekse toplum olarak bir yapının kendisi olarak kalıp, benzer başka yapılarla uyum içinde olması demektir. İnsanoğlu var olduğu günden beri, değişik sebeplerden dolayı bulunulan ortamdan dili, dini, rengi, milliyeti farklı başka ülkelere, toplumlara göç etme mecburiyetinde kalınmıştır. Bu süreç halen de devam etmektedir.
Durum böyle olunca da böyle bir süreç, yani entegrasyon, insanı rencide etmeden, sosyal adet, gelenek, görenek gibi özellikleriyle insanın kendisi olarak kalabilmesi, gittiği yerdeki adet, gelenek ve göreneklere saygılı olması, onlarla diyalog içinde bulunması esas olması gereken bir durumdur.
Ayrıca, asimilasyon denilen kendi kültürel değerlerini kısmen veya tamamen göz ardı edip, veya bulunulan ortamdaki baskılarla bunları değiştirme zorunda kalma, yeni gelinen yerdeki kültürel değerleri kısmen veya tamamen yaşamaya mecbur edilme, arzu edilen ve istenilen bir durum değildir. Bu konuda herkesi kendi konumunda kabul etme ve edilme esas olmalıdır.
İşte entegrasyonda esas konu da bu noktada başlamaktadır. Değişik sebeplerle mecburi durumlardan dolayı kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar, kendilerini kabul edebilen, onlara insanca muamele eden insanların oluşturduğu ortam ve ülkelere göç ederler. Böylece bir bakıma, misafir-ev sahibi benzeri durum meydana gelmiş olur.
Burada misafir, kendisine düşen hareket tarzları içinde olmaya çalışırken, ev sahibi de bir haksızlık ve zulümden dolayı ülkesini terk etme zorunda kalmış bu insanların hallerini anlayarak ona göre davranmalıdır. Bu misafir-ev sahibi süreci belli bir zaman alacaktır. İnsan olma özelliği korunarak, iki taraflı makul ve yumuşak yaklaşımlarla iki -üç nesil sonra bu insanlar da o toplumun normal birer ferdi olacaklardır. Bunların halen gördüğümüz ve yaşadığımız dünyada birçok örneği vardır.
Bu ev sahibi-misafir arası ilişkiler, belki ilk başlangıçta ev sahiplerinin biraz daha fazla fedakarlık yapmalarını gerektirebilir. Burada çok önemli bir nokta daha vardır. O da, tarihte göç eden insanların, göç ettikleri ülkeye daha sonraki yaptıkları katkı, göç alan ülkelerin kendilerine bu ilk esnada yaptıkları katkılardan çok çok fazla olmuştur, bundan sonra da böyle olacağı kuşkusuzdur.
Bu çerçeveler içinde konu ele alındığında, iki taraf açısından da üstesinden gelinemeyecek bir durum söz konusu değildir. Yeter ki sabırla, ama, çalışıp gayret edip ter dökerek geliştirilen aktif sabırla ve aktif ümitle bugünler de geçirilecek ve göçle gelmiş insanların gelecekteki nesilleri, asimile olmadan entegrasyonu öğrenecekler, yaşayacaklar ve o topluma ciddi katkılarda bulunacaklardır, daha önce bulunulduğu gibi.
Bu yaklaşımlar, bir temenni değildir, sosyal hadiselerin bir gerçeğidir. İnsanoğlu var olduğu günden beri dönen bir çarkın bugüncesidir.
Burada esas olan, inanan insanlar yönüyle kadere inanıp, geriye sarmayı bırakıp, “evet şimdi imtihanın bu safhasında, bundan sonra neyi nasıl yapmamız gerekir?” şeklindeki soruya kendi aramızdaki istişarelerle makul cevaplar bulma, sonra da bunları realize etme istikametinde çalışmalarımızı hızlandırmak gerekmektedir.
Böyle bir durum ne ilk defa, ne de son defa bizim başımıza gelmektedir. Önceden benzerleri yaşanmıştır, bizden sonra da yaşanacaktır, biz de şimdi yaşıyoruz
Evet bu yaşama kolay değildir, ama dünyada kolay alan ne vardır ki? Bir ana, bir evlada sahip olabilmek için dokuz ay on gün sabrederek onu karnında taşır, daha sonra türlü eziyetlerle ve gayretlerle onu büyütür, yürür hale getirir, ama sonra da yine ölünceye kadar o evladını takip eder. Her imtihanın kendisine göre soruları vardır, cevapları vardır. Asıl olan bu imtihanlardan başarıyla geçebilmektir.
Kaderimizi kendimiz yazmıyoruz. Kadere iman, İslam’ın altı şartından biri olduğuna göre, biz de buna razı olacağız ve Allah'ın bize verdiği akıl, fikir, tecrübe ve istişarelerle bu işlerin üstesinden geleceğiz inşallah.
Ayrı bir konu da yeni gelinen bu ülkelerde, dini, dili, ırkı farklı da olsa, insan olma ortak paydasından hareketle, herkesle dost olacağız, asimile olmadan entegre olacağız, onların güzelliklerini biz alacağız, bizdekileri de onlarla paylaşacağız. Böylece geleceğin dünyasında gelecek nesiller tarafından karşılıklı birbirini kabul ederek oluşturulan sulh adacıklarından yeni bir dünya meydana gelecektir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi:
Hak şerleri hayreyler?Zannetme ki gayreyler?Ârif ânı seyreyler?Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Deme şu niçin şöyle?Yerincedir o öyle?Bak sonunu seyreyle?Mevlâ görelim neyler?Neylerse güzel eyler.