Dünyaya Uzanan Hizmetlerin İlk Halkası
‘Eşrefpaşalılar’ Hocaefendi için Eşrefpaşalı diliyle şöyle diyorlardı:
“Biz onu delikanlı bir hoca olarak tanıdık. Mertliğine tav olduk. Baktık bir de büyük alimmiş...”
İlk Hizmet halkası: Bozyaka
Hocaefendi, yıllarca İzmir’de verdiği vaaz ve sohbetlerle imkan sahibi hayırsever insanların ülkeye nasıl hizmet edebileceklerini izah etmişti. Onun bu sohbetlerini hiç kaçırmayan bir esnaf grubu vardı. Hocaefendi, Ege Bölgesi’nin bu cömert insanlarını öğrenci yurtları açmaya teşvik etti. “Eğitim kurumları açın” çağrısına cevap veren İzmir’deki ilk esnaf grubu, toplumun orta direğini temsil eden insanlardı. Hocaefendi’nin mesajlarına kulak veren bu insanların maddi imkânları sınırlı olmasına rağmen bu tarihi misyonun ağır yüküne omuz verdiler. Bundan sonra, Hocaefendi ve İzmir esnafı bir yurt yeri aramaya başladı. Bozyaka’da bir arsa bulundu.
(1943’te Denizli’de hukuka uygun bir beraat veren Mahkeme Başkanı Ali Rıza Efendi’ye, daha sonra Bediüzzaman birtakım Risale-i Nur göndermişti. O da okuduktan sonra onları İzmir’deki bir dostuna hediye etmişti. Hediyeyi alan bu zât, Hacı Nefi Akyazılı’nın kayınpederiydi. Bu zat, kızlarının İzmir’in İslamiyet’e uymayan menfiliklerinden uzak kalmaları için Bozyaka’da etrafı duvarla çevrili bir ev yaptırmıştı… )
Yurdun yapılacağı bu yerde, romancı Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını yazdığı iki katlı köşk vardı. Burası Nefi Akyazılı adında İzmirli bir hayırsevere aitti. Nefi Akyazılı’nın ayrıca İzmir Karşıyaka’da bir apartmanı ve bazı daireleri vardı. Nefi ve eşi Zehra Pembe Akyazılı’nın çocukları yoktu. Oturdukları apartmandaki bir daireyi Hocaefendi’nin öğrencilerine kiralamışlardı. Bu gençlerin yetişme tarzından ve ahlaki yapılarından etkilenen Nefi Akyazılı, malvarlığının tamamını öğrenci yetiştirilmesinde kullanılmak üzere “Akyazılı” adıyla kurulan vakfa verdi.
Bazı esnaflar, Bozyaka’daki bu yeri fazla büyük olmaması sebebiyle yurda uygun bulmadılar. Fakat, tamir için İzmir’e getirilen ve o sırada orada bulunan Üstad Hazretleri’nin arabası da bir türlü o arsadan çıkmak istememekteymiş gibi direnmekte ve yerinden ayrılmamak için adeta inat etmekteydi. Bunun üzerine Hocaefendi, tevil-i ehadis (olayların dilini okuma ve yorumlama) açısından, Üstad’ın ruhaniyetinin buranın ilim yuvası olmasını istediği işaretini çıkarıp Bozyaka’daki bu yerin yurt olmasını istedi ve heyet tarafından da bu yönde karar verildi. Gerçekten bu karardan sonra hiç itekleme desteği verilmeden araba, o battığı yerden kolaylıkla çıkmış ve yoluna devam etmişti.
Yurt binası yapılacağı zaman, İzmirli başka bir hayırseverin bağışladığı tam bitişiğindeki arsayla alan genişletildi. Böylece, ilk öğrenci yurdunun temeli 1972’de İzmir Bozyaka’da atıldı. 1976 yılında Bozyaka Yurdu 200 öğrenci kapasiteyle faaliyete geçti.
İzmir’de ilk defa güneş enerjisiyle ısıtılan bina Bozyaka’daki yurt oldu. Daha sonra bu uygulama Ege’nin her tarafına yayıldı. O zaman, “Acaba güneş enerjisiyle ısıtılan suyla abdest alınır mı?” sorusunu bile ortaya atanlar vardı. Ama Hocaefendi’nin bu yaklaşımını örnek alan Ege Bölgesi’ndeki bütün yurtlar güneş enerjisi sistemi koydurdu.
Daha sonra bu yurt 1982 yılında Yamanlar Koleji’ne dönüşecek ve bu okulun ilk müdürü de sanatçı Sezen Aksu’nun babası Sami Yıldırım olacaktı.
Bu yurt, 1980’li yıllarda Türkiye’de, 1990’lı yıllarda Orta Asya Ülkeleri ve Balkanlar’da, sonraki yıllarda ise dünyanın dört bir tarafında açılacak olan hizmet kurumları zincirinin ilk halkası olması bakımından önemliydi.
Zaten 1966’da M.Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’e ilk geldiği günlerde YENİ BİR DÜNYA şiirini yazmıştı… Bu şiir, günümüzde Dil ve Kültür Olimpiyatları’nda dünya çocukları tarafından hep birlikte seslendirilmektedir.
1990’lı yıllarda bütün dünyaya yayılacak olan Türk okullarını çeviren bu değirmene ilk suyu gönderenler işte İzmirli hayırsever Nefi ve eşi Zehra Pembe Akyazılı’ydı. O günlerde Yazıcı çiftinin yaptığı bu bağış çok önemli bir olaydı. Öylesine önemliydi ki, Hocaefendi, bu çifti hiç unutmayacak ve daima gözyaşlarıyla süslediği dualarıyla onları anacaktı.
Önce Türkiye geneline, ardından dünyaya yayılan okullar faaliyetinin ilk çekirdeği olan Akyazılı Vakfı’nın ilk müdürü emekli bir subaydı. Albay Cemalettin Gürlek, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra ordudan ayrılan ve Emekli İnkılap Subayları (Eminsular) olarak bilinen subaylardan biriydi. Gürlek, 1973 yılı Aralık ayında hacca giderken Ankara’da Esenboğa Havalimanı’ndaki mescitte Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışmıştı.
Hem kendisi hem de eşi Fatma Gürlek dindar insanlardı. Fatma Gürlek, yaşlılık günlerinde, “Biz gidelim Darülaceze’de kalalım. Kaldığımız bu evi de öğrencilere verelim” diyecek kadar öğrencilere imkânlar sağlanmasının önemini anlamıştı.
Albay Gürlek, Akyazılı Vakfı’nın yanında kardeş bir vakıf olarak Akyaka Vakfı’nın kurulmasına da öncülük etti. Çünkü özellikle 12 Eylül döneminde, tarihsel bir olaydan dolayı bazı sıkıyönetim makamları Akyazılı Vakfı hakkında yanlış bir izlenime sahip olmuştu. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Sakarya’nın Akyazı ilçesinde isyanlar görüldüğünden, Akyazılı Vakfı’nın bu bölge kaynaklı olduğu gibi yanlış bir kanaat oluşmuştu. Oysa vakfın Sakarya’yla hiçbir ilgisi yoktu. Sadece vakfın kurucusu Nefi Bey’in soyadı Akyazılı’ydı. Albay Gürlek’in tecrübesi ve çalışma disiplini bu vakıf çalışmalarına büyük katkı sağladı. Gürlek, aynı zamanda yaz aylarında Ege Bölgesi’nde yapılan öğrenci kamplarını gönüllü olarak geziyor, sayıları onun üzerine kadar çıkan bu kamplarda çadırların doğru kurulup kurulmadığını kontrol gibi pratik katkılar sağlıyordu.
Hocaefendi, yenilikleri seviyordu. O yıllarda dindar insanların kendi teşebbüsleriyle böyle yurtlar açması Türkiye’de bir yenilikti. Ama Hocaefendi’nin düşünceleri ne kadar büyükse, imkânlar o kadar kıttı. Bu yüzden onun ilham verdiği projelerde yükün altına girenler için fedakârlığın herhangi bir sınırı yoktu.
Ülkemizde insanlığa Hizmet adına önemli gelişmeler olurken dünya 6 Ekim Savaşı (1973) ile çalkalanıyordu.
1967 Savaşında ciddi toprak ve prestij kaybına uğrayan Suriye ve Mısır, ani bir saldırı düzenlemiş ve ileri hatları kolayca ele geçirerek İsrail topraklarında ilerlemeye başlamıştı. Ürdün ve Irak askerlerinin katılmasıyla savaş, bir anda 25 yıllık İsrail devletini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştı.
Dönemin Savunma Bakanı Moşe Dayan, savaşın ikinci günü her iki cepheyi de gezdiğinde büyük bir ümitsizliğe kapılarak "Üçüncü Tapınak'ın yani İsrail'in yok edilişi" ihtimalinden söz etmişti. Savaşın ilk üç gününde ciddi bir üstünlük sağlayan Birleşik Arap Güçleri'ne karşı İsrail, hem askeri hem de politik bir hezimet yaşıyordu. ABD’nin 2,2 milyar dolarlık askerî yardımı savaşın İsrail'in lehine dönmesine büyük katkı sağladı. İsrail, 26 Ekim günü fiili olarak sona eren savaşla birlikte derin bir nefes aldı.
1973 yılındaki 6 Ekim Savaşı'nda Mısır, İsrail'e karşı göreceli bir başarı elde etse de, bölgede Arapların Filistin sorununu çözmekten çok, bu sorunu kendi çıkarları için kullanmaya başladıkları dikkat çekmeye başladı. Yani herkes koltuk sevdasıyla hareket etti bu meselede.
Bu arada, 20 Şubat 1970’te temeli atılan İstanbul Boğaz Köprüsü 26 Mart 1973’te tamamlandı ve hizmete açıldı.
12 Mart dönemi sonrası ilk seçimler 14 Ekim 1973’te yapıldı. Ardından 26 Ocak 1974’te ilk seçimli sivil hükümeti CHP-MSP koalisyonu kuruldu.
Eşrefpaşalılar
Eşrefpaşalılar, geçmişlerinde esrar içiciliği, kumar gibi alışkanlıkları bulunan İzmirli külhanbeyleriydi. Ama 1970’li yılların başında Hocaefendi’yi tanıdıktan sonra esrarı ve kumarı terk ederek yepyeni bir hayata başladılar.
Onları en çok etkileyen ve bir daha da Hocaefendi’nin yanından ayrılmamalarını sağlayan şey, Hocaefendi’nin onları benimsemesiydi. Bir gün alkollü olarak yanına getirdikleri bir arkadaşları içeri girince Hocaefendi, onu karşılarken ayağa kalkmıştı. Bir başka gün çeşitli misafirleriyle yemeğe otururken, Özcan Hasyiğit’i kendi sofrasına davet edip, “Buyrun burada sizin için yer var” diyordu. “Eşrefpaşalılar” da Hocaefendi için Eşrefpaşalı diliyle, “Biz onu delikanlı bir hoca olarak tanıdık. Mertliğine tav olduk. Baktık bir de büyük âlimmiş, onu da alıp cebe attık” diyorlardı.
Bu grubun Hocaefendi’yle tanışmasının hikayesi şöyleydi. 1973 yılında Özcan Hasyiğit ve arkadaşları, İzmir Konak’ta Yağhaneler (Atilla) Mahallesi olarak bilinen bölgede tütün mağazasının sokağında “Münir’in Kahvesi” olarak bilinen yerde toplanıyordu. Bu kahvehanenin özelliği bütün esrarkeşlerin buraya gelmesiydi. Kahvehanenin hemen karşısı da tarlaydı. Orası da onların mekânıydı. Eşrefpaşalı dendiğinde akla gelen şey, Konak’ın hemen üstündeki o mekânlarda insanlara bıçak çeken, esrar içen, adam vuran, her gün kafa çeken insanlardı.
İşte polisin gözünde esrarkeşlerin mekânı olan bu kahvehaneye Hocaefendi’nin talebelerinden Ahmet Kara ve Harun Tokak gelip onlara konuşmalar yapıyorlardı. Sonraki dönemde Hocaefendi de kahvehaneye uğradı. Polisin baskın yaptığı bir gün Ahmet Kara da oradaydı. Polisler Kara’ya, “Bu adamları biliyoruz. Bunlar esrarkeş. Sen parlak bir delikanlısın, senin burada ne işin var? Çık dışarı” dediklerinde Hasyiğit ve arkadaşları, “O bizim hocamız” dediler. Polis memurları şaşırmıştı. “Ne hocası?” dediler. Eşrefpaşalıların cevabı hazırdı: “Yahu bize Allah’ı, Peygamber’i anlatıyor. Biz de namaz kılıyoruz.” Daha da şaşıran polisler “Kaldırın ellerinizi” deyince, çoğunun cebinden esrar yerine namaz takkesi çıktı. Polis, Numan adındaki Eşrefpaşalıya “Sen de mi namaz kılıyorsun?” diye sorunca Numan “Evet” cevabını verdi. Polislerin şefi, “Sabah namazı kaç rekâttır, söyle bir daha bu kahveyi basmayacağız” deyince Numan’ın cevabı yine hazırdı: “Ben kaç rekât olduğunu bilmem. Biradere (hocaya) uyarım. O yatar ben yatarım, o selam verdi mi ben de selam veririm. Namaz bitmiş olur. Ben başka bir şeyden anlamam.” Polisler, kumar da oynanan bu kahvehanedeki değişimi görünce ve bu insanların kötü alışkanlıkları terk ettiklerine tanık olunca artık bu kahvehane baskınlarına son verdiler.
İşte bu grup, kahvehanedeki esrar gecelerini bırakınca, haftanın belirli günlerinde kendi aralarında dini sohbetlere başladı. 1975 yılında bir gece Özcan Hasyiğit ve arkadaşları toplam 27 kişi olarak evde sohbet yaparken baskına uğradılar. “Kumcu İbrahim” adlı arkadaşlarının evindeydiler. Polislerce elleri bağlanıp dışarı çıkarılırken, dışarıda bekleyen gazeteciler tarafından resimleri çekildi. Haberler abartılıydı. İçeride “sarıkla ayin” yaparken yakalandıkları söyleniyordu. Oysa ayin veya zikir yapmaları söz konusu değildi.
Hocaefendi, onların bu şekilde yakalandığını görünce hemen Emniyet’e gitti. Özellikle Kumcu İbrahim için üzülmüştü, çünkü içeride olduğu sürece kum arabası çalışamayacak, ailesi mağdur olacaktı. Onlar Hocaefendi’yi koridorda görünce üzüntülerini unuttular. Sorgu memuru dini kitap isimlerini sayıp “Bunları okudunuz mu?” deyince bir Eşrefpaşalı, “Her eseri okuyorum, sen de bir kitap yaz, seni de okuyalım birader” diyordu. Onlar dört beş gün içeride kalırken Hocaefendi, evlerine para ve yiyecek gönderdi.
Dışarı çıktıklarında “Bu hoca gariban, parası alınmaz” deyip parasını iade etmeye gittiler. Hocaefendi, “Biz arkadaşız. Para ihtiyaçtan dolayı verilmez. Verdiğimizi geri almayız” dedi. Hocaefendi, “Eşrefpaşa’nın külhanileri” dediği Özcan Hasyiğit ve arkadaşlarını anlatırken şöyle diyor: “Gerçek külhaniydi onlar. Onlardan biri haykırınca başkalarının dudakları uçuklardı. Birkaç tanesi bir vesileyle camiye gelmiş, vaaz dinlemiş ve bir daha da halkadan ayrılmamıştı. Zaman zaman ziyaretime gelirlerdi, ayrı yerleri vardı onların. Gidip yanlarına oturur ve onlarla özel bir lisanla konuşurdum.”
Vefalı Dost
Hocaefendi’nin vefasına dair Suat Yıldırım’ın o yıllarda yaşadığı şu hadise önem arz ediyor. Kendisi anlatıyor:
“1974'de Paris'e trenle gidecektim. Bir de baktım İzmir'den kalkıp yolcu etmek üzere Sirkeci garına gelmiş. Paris'te iken o zaman, orada fazla Müslüman bulunmadığından, İslâmî organizasyonlar pek bulunmuyordu. İslâmî usule göre kesilen et bulmakta zorluk çektiğimden ilk dört ay kadar et yiyemedim. Anlaşılan bundan, kendisine yazdığım mektupta bahsetmişim. Bir müddet sonra Almanya'dan büyük bir koli geldi. İçi sucuk dolu idi. Hocaefendi şefkat göstermiş, Almanya'da ulaştığı bir şahıs tarafından et ihtiyacımı böylece karşılamıştı. Az bir kısmını misal kabilinden yazdığım bu ihtimamları, -Allah ebediyen kendisinden razı olsun- hep devam etmiş ve etmektedir. Bir arkadaşına bu kadar vefa, sadakat ve fedakarlık gösteren Hocaefendi’nin şimdi artık yüzlerce değil, binlerce değil, on binlerce böyle yakınlık duyduğu arkadaşı var. Onlara yönelik manevi, fikri, kavli ve gerektiğinde maddi destekleri var.”
Hocaefendi’nin Manisa'ya Tayin Edilmesi (29 Haziran 1974)
Hocaefendi, 2 yıl 4 ay kadar Edremit'te görev yaptıktan sonra 29 Haziran 1974’te Manisa merkez vaizliğine tayin edildi. Bunu tayin hadisesini şöyle anlatıyor:
“Daha önce de ifade ettiğim gibi, Edremit'e esasen istemeyerek gitmiştim. Hatta istifa edip gitmemeyi bile düşünmüştüm. Bu isteksizliği, beşerî bir kısım boşluklarla izah daha uygun olur zannediyorum. Evet, alıştığı yerden kopup bir başka yere gitmek insana cidden zor geliyor. Benim ise bütün dost ve arkadaşlarım İzmir'de idiler. Onlardan ayrılmak, onlardan uzakta kalmak bana dayanılması imkansız bir hicran gibi geliyordu. Fakat Murad-ı İlahî başkaymış... Edremit'e gittim ve üç seneye yakın orada vazife gördüm. Bu zaman zarfında, talebe hizmetleri gözümü ve gönlümü doyuracak seviyeye yükseldi. Öyle ki, daha çok kamplar vasıtasıyla, Edremit, o gün için hizmet adına Türkiye'nin diğer yer ve yöreleriyle kıyas kabul etmeyecek oranda bir talebe potansiyeline sahip hâle geliverdi. Evet, mübalağa etmeden söylüyorum, o gün ve hatta daha sonraları, bu çapta talebe hizmeti, ne İstanbul'da, ne Ankara'da, ne İzmir'de ne de bir başka yerde gerçekleştirildi. Allah (cc) bunu Edremit gibi küçük bir kasabaya nasip etti. Küçük sebeplerle büyük icraat ortaya koyarak ululuğunu bir kere daha gösterdi. Bununla beraber, Edremit daha fazlasını kaldırabilecek bir yer değildi.
Bir kere, vaazlara dıştan gelmeler çok oluyordu ve bunların misafir edilmeleri gerekiyordu. Bu itibarla da çok uzak yerlerden gelmeler vicdanımı rahatsız ediyordu. Zira gelenler, zaman açısından da maddî açıdan da fedakarlık yapıp geliyorlardı. Konuşmalarımın bu denli fedakarlıklara değeceğini kabul edemiyordum. Ne var ki, gelenlere de 'gelmeyin' diyemiyordum. Gelenler, çoğunluk itibariyle İzmir ve çevresindendi. Aydın, Denizli gibi diğer komşu vilayetlerden de -az da olsa- gelen oluyordu. Bu açıdan vazifeyi daha merkezi bir yere nakletmek zaruret haline gelmişti. Bu kararda şahsıma ait zorlukların bulunması da tesir etmiş olabilir. Zira üç senedir İzmir'den gelip gidiyordum ve yolculuğumu da hep umumî vasıtalarla yapıyordum. Bu da benim için cidden zor ve yorucu oluyordu. Yollar bugünkü kadar düzgün, vasıtalar da bugünkü kadar rahat değildi. Bir de yolcuların birbirleriyle yarışırcasına sigara içmeleri buna eklenince yolculuk hakikaten çekilmez bir hal alıyordu. Ben de istesem de istemesem de çeşnisi bu olan yolculuğu her hafta tatmak zorundaydım.
Yer hususunda benim gönlümde İzmir vardı. Fakat, İzmir'e tayinimin zor olabileceğini söylediler. Çünkü işin başında sürgünümüz İzmir'den olmuştu...’ Ve 29 Haziran 1974’te Hocaefendi’nin Manisa’ya tayini yapıldı.
Bekir Berk'ten Hocaefendi'ye Selam (1974)
Bekir Berk, İzmir Davası'ndan sonra meydana gelen ithamlar, iftiralar sebebiyle 8 Aralık 1973 tarihinde avukatlığı bırakıp hacca gitti. Fakat dönme kararında değildi. 1974 yılının Eylül ayında Cidde radyosuna yaptığı başvuru neticesinde Türkçe yayınlar bölümünde yönetici, yapımcı ve sunucu olarak çalışmaya başladı. Risale-i Nur'ları ve iman hakikatlerini dünyanın dört bir yanındaki Türklere duyurdu.
Avukat Bekir Berk meslektaşı ve hapishane arkadaşı Gültekin Sarıgül'e Cidde'den 5 Temmuz 1974 tarihinde yazdığı mektubun sonunda bütün dostlara selam ettikten sonra Fethullah Gülen Hocaefendi'ye de hususen selam etti ve Cahit Erdoğan'dan Hocaefendi'nin vaaz kasetlerini göndermesini istedi:
"…Bütün arkadaşlara, Receb'e, Elmalılara, hususen bizim saatçiye (hacda görüşmüştük) ayrıca Isparta'dan soranlara ve hususen bizim oto tamircisi hac arkadaşına, Şaban'a, Ali Savran'a, Rüştü Abi'ye, tenekeciye, Hafız Bahri Ağabey'e, Recep Onaz'ın damadına, Tahsin Bey'e, Ali İhsan Bey'e ve hakikata müstesna mümin Fethullah Hoca'ya selam, sevgi ve hürmetlerimi iletirsen memnun olurum.
İmkân olursa belki bir hizmete vasıta ve vesile de olabilir, Cahit Erdoğan'dan Fethullah Hoca’nın -ne kadar çok olursa o kadar memnun olurum- konuşmalarını ihtiva eden bantlardan istirham ediyorum. Cahid'in bu külfete katlanmasını ve en net konuşmaları ve bantları göndermek lütfunda bulunmasını diliyorum."
1971 yılında İzmir sıkıyönetim mahkemelerinde Hocaefendi ile birlikte yargılanan Avukat Bekir Berk o günleri yâd ederek beraber kılınan namazların hazzını hala unutamadığını vefatından önce gönderdiği bir teşekkür mektubunda şöyle ifade ediyordu:
“Aziz Hocam,
Ardınızda, imamlığınızda kıldığım namazların hazzını, huzurunu unutabilmiş değilim. Sizin ve etrafınızdaki muhterem kardeşlerimizin bayramlarınızı tebrik eder, sıhhat, afiyet, hizmette devam ve başarılar ve iki cihan saadeti dilerim.
Yeis ve inkisar sizin yanınızdan asla geçmez.
Hastalığımda ve sağlığımda gösterdiğiniz alâka ve yardımlara sonsuz teşekkürler eder, bu bîçareyi dualarınızdan mahrum etmemenizi dilerim.”
Bekir Berk, Cidde / Suudi Arabistan
Devam Edecek…