Hizmet Camiasını Bitirme Planı
Fethullah Gülen Hocaefendi’yi, anlaşılması güç kin ve düşmanlıkla, akla hayale gelmedik oyun ve tuzaklarla mahkûm edip ardından onun şahsında Hizmet hareketini yok etme girişimleri Allah’ın lütfu ile hep başarısız olmuştu. Ne hazirandaki kaset fırtınası ne tuzağa düşürülen savcıların çabaları ve ne de askeriyeyi kandırıp işin içine çekme gayretleri… Hiçbirisi Hocaefendi için bir mahkûmiyet kararı aldırmaya yetmemişti.
Hocaefendi’ye bir mahkûmiyet kararı aldıramamak kökü ecnebide olan bu insanlık düşmanlarını çıldırtıyordu. Fakat, şimdiye kadar hemen hemen her hareketi ve her camiayı ya bir şekilde ele geçiren ya da itibarsızlaştırıp yokluğa mahkûm eden bu insanların durmaya pek niyetleri yoktu.
Bediüzzaman gibi onların bu hırslarını sezen Hocaefendi, sevgi ve hoşgörüye duyulan bu kine bir anlam veremiyordu. Bu ızdırap en evvel onun ruhunda büyük üzüntülere ve sağlığının bozulmasına neden oluyordu. Son yıllarda evin merdivenlerinde yığılıp düşmeler, göğsündeki sıkışmalar, hastane kapılarında geçen zamanlar, yoğun bakımlar, ilaçlar, tahliller ve uykusuz geçen gecelerde dökülen gözyaşları hep bu yüzdendi…
Ve Hocaefendi, 21 Ocak 2004’te mahkemenin kararından 8,5 ay sonra kalp damarlarına stent takılması için Pennsylvania’nın Lehigh Valley Üniversitesi Hastanesi’ne yattı. Riskli bir operasyondu bu ve kalbin iki damarına stent takılacaktı.
Hocaefendi’ye eşlik eden iki Türk doktorla birlikte operasyonu Doktor Patrick Kleaveland yapacaktı.
Hocaefendi’nin kalp damarlarındaki birinci darlık çok kritik bir yerdeydi. Bu darlığı açmak için balon şişirildiğinde damar cidarı çatlayabilir veya diğer bazı ciddi komplikasyonlar sebebiyle acil baypas ameliyatı bile gerekebilirdi. Herkes büyük bir endişe içinde bekliyordu. İlk darlık, birinci işlemde tam açılmadı, o yüzden balon ikinci kez şişirildi. İkinci müdahalede damarda tam bir açılma sağlandı. İkinci darlık biraz daha kolayca ve ilk şişirmede açıldı. Hocaefendi’nin kalp damarlarındaki her iki darlık bölgesine stentler başarılı bir şekilde yerleştirilip operasyon tamamlandı.
Hizmet Camiasını Bitirme Planı
2004 Ağustos’undaki Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) “Türkiye’de Nurculuk ve Fethullah Gülen’i Bitirme Eylem Planı” gizlice imzalandı. Bu daha derin ve iktidar partisiyle birlikte yürütülecek bir eylem planıydı. Önceden üzerinde sır gibi çalışılmış ve camiayı bitirme konusunda üzerinde anlaşılmış olan bu plan, o gün MGK’nın diğer üyelerine de ilan edildi.
İktidar Partisi her ne kadar Hizmet Hareketi`ne dostmuş gibi davransa da aslında Hizmet’e ve Hocaefendi’ye hiçbir zaman sıcak bakmamıştı. Onların ‘derinler’le iş birliği halinde “Hizmeti Tasfiye Projesi” hep vardı. Önceleri inkar ettikleri 2004 Ağustos MGK’sında yapılan ‘Hizmet camiasını yok etme planı’ hep gerçekti. Ve bu, 17-25 Aralık Yolsuzluk süreci, ardından da 15 Temmuz darbe planıyla net olarak ortaya çıkacaktı.
2004’te gizlice alınan bu plandan hemen bir yıl sonra Adalet Bakanlığı aniden “bireysel terör” ve “silahsız terör örgütü” gibi maddeler içeren bir taslak çalışmasına başladı. Hazırlanan taslak tamamen Hizmet camiası için büyük tuzaklar içeriyordu. Amaç, öncelikle en güçlü sivil toplum hareketi olan Hizmet camiasını ve ardından diğer bütün cemaatleri bitirmekti.
Zaman Gazetesi bu yüzden 8 Eylül 2005 tarihinde:
“TMK (Terörle Mücadele Kanun) taslağında yer alan tedbirler sıkıyönetim dönemini hatırlatıyor” manşetiyle çıktı. Birkaç gün boyunca, bu taslağa göre, terör tanımının genişletileceği, herhangi bir şiddet eylemine başvurmayanların bile potansiyel suçlu haline geleceği, düşüncenin tekrar suç kapsamına alınacağı, 141, 142 ve 163 gibi maddelerin hortlatılacağı vurgulandı, izah edilmeye çalışıldı. (Nitekim bu niyet bugün açık olarak uygulanıyor.)
Zaman’ın haberleri üzerine sivil toplum örgütleri harekete geçti. Yoğun kamuoyu baskısının akabinde iktidar partisi ülkeyi yakacak tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı. Ama bu, zaman kazanmak ve daha inandırıcı birtakım oyunlar tezgahlamak için sadece bir taktikti. Zira, halkı bu taslağa inandırmaları zor gibi gözükmüştü.
Hizmet gönüllülerine düşmanlık yapan bu kesimler, bir kısım uydurma deliller üretmek, halkı kendi taraflarına çekecek daha inanılır “bitirme plânları” hazırlamak (mesela 15 Temmuz Darbe Planı gibi) ve tatbikata koymak için daha şiddetli ama dostane bir yüzün altında kinlerini köpürttüler.
Milletin geleceğine, ülkenin menfaatine, dinin esaslarına, cumhuriyet ve demokrasinin gereklerine ve dünya huzurunun sağlanmasına ters hiçbir faaliyeti olmayan, bilakis bunları sağlamak için çalışan, bunları destekleme ve geliştirmeyi hayatına gaye edinen Hizmet erlerinin yaptıkları faaliyetleri bitirmek için yapılan hizmetleri çok farklı gösterme gayreti içine girdiler.
Halbuki ülkenin pek çok ferdi gibi Hizmet gönüllüleri de ülkenin başına gelen bu yeni iktidarın demokrasi, hak ve hürriyetler adına birleştirici bir söylem ve aksiyona sarılacaklarına inanmış, onları samimi bulmuşlardı. Halkın genelini kucaklayacaklarını, merkezi tutan bir anlayışa bağlı kalıp nefret ettirici değil hep sevdirici bir üslup takip edeceklerini zannetmişlerdi.
Ülkenin ikbal ve istikbali için tam bir demokrasi, içe kapanma yerine dünyaya açık olma, yüzünü Batı’ya dönmekle beraber kendi coğrafyasıyla da sıkı münasebette bulunma; şeffaf ve hesap verebilir bir devlet anlayışı tutturma ve insan haklarına sonuna kadar saygılı bir anayasa yapma gibi hususları gerçekten bunların yapabileceklerine içten inanmışlardı.
Zira iktidar partisi daha ilk seçimlere girerken, bu hususlara sahip çıkacağını ve bu istikamette yürüyeceğini vaad etmiş; özellikle yasaklar, yolsuzluk ve yoksullukla mücadele edeceğini ve darbecilerden hesap soracağını ısrarla ifade etmiş ve bunun sözünü vermişti. Halk, bu kadar alnı secdeli insanı mecliste bir arada görünce heyecana kapılmıştı. Verilen sözlerin yerine getirileceğine ve ülkenin hak ettiği yere yürüyeceğine dair ümitler artmıştı.
Ne var ki, çok geçmeden garip haberler dolaşmaya başlamıştı kulislerde, kulaktan kulağa…
Güç ve iktidar adeta başlarını döndürmüş, bakışlarını bulandırmıştı. İnsanların tepelerine binme, onları ezme, sindirme ve seslerini kesme aracına dönüşmüştü. Hele haset ve kıskançlık da ruhlarına bütün şiddetiyle çökünce ‘bizden olmayanların hayat hakkı yoktur’ kaidesi temel düstur olmuştu.
Servetlerine servet katma, yeni iş ihaleleri ve ticaret vesileleri yakalama hırsındaki kimseler bir hürriyet aşığı edasıyla en adi zulümleri bile alkışlamaya durmuş ve birer goygoycu edasına bürünmüştü. Dahası, idarecilerin etrafı danışmanlar, özel kalemler, yakın çevrelerce kuşatılmış veya idareciler böylelerle kendilerini dar bir oligarşinin içine hapsetmiş ve halkın sesinin asıl merciye ulaşmasının önü kesilmişti.
Hele bir de humus, takıyye ve muta ağları bir kısım yabancı güçler tarafından ülkemizin üzerine atılınca en sarsılmaz zannedilen kimseler bile avlanmış ve elleri kolları bağlanmıştı.
İşte, bir taraftan halkın kendilerinden icraatlar beklediği iktidarın çizgi kaybı yaşaması diğer taraftan da samimi insanları bitirmeye yönelik plan ve teşebbüslerin dilden dile dolaşmaya başlaması üzerine Fethullah Hocaefendi bir gün “Acaba sayın Başbakan’a bir mektup yazsak, nasıl karşılar?” demişti.
Bir iki gün böyle bir niyeti birkaç defa telaffuz etmiş; nihayet 2 Mayıs 2006 tarihinde gece yarısı mektubu yazmıştı.
Hocaefendi, sabah namazında mektubu bir kere daha okumuş; iki büklüm, yanaklarından süzülen gözyaşları arasında ellerini dua eder gibi açmış:
“Sen de biliyorsun Allah’ım! Sadece bir mü’min olarak ikaz vazifemi yapıyorum. Senin rızandan başka maksadım yoktur. Ahirette ‘Neden uyarmadın?’ sualiyle karşılaşmaktan korkuyorum!..” demişti.
2006 Senesinde Yazılan Mektup
Hocaefendi, mektubunda yukarıda sözü edilen (Türkiye’de Nurculuk ve Fethullah Gülen’i Bitirme Eylem Planı) bir kanun ve eylem planına hükümetçe imza atılmasının sinelere hançer gibi saplandığını, o yetmezmiş gibi bir zamanlar Müslümanların başında Demokles’in kılıcı misillü duran ve onları tehdit eden 163. Madde’nin benzeri bir terör yasasının imzalanmak üzere olduğunu üzüntüyle karşıladığını dillendirmiş ve şöyle demişti:
“Esefle belirtmeliyim ki; belli bir eylem planına Hükümetçe imza atılması Müslümanların sinelerinde ciddi bir yara açmıştır. Bazı salim düşünceler, salim hissiyatlar ve salim gönüller, bunu sizin meziyetlerinize bağlayarak bir kor gibi sinelerine basıp bastırsalar da sizi seven her kesim için aynı şeyin söz konusu olmadığı da bir gerçektir. Beni de isterseniz, tasvip edilmesi mümkün olmayan o işi zıpkın gibi sinesinde hissetse de belayı dertten âh eylemeyenler arasında düşünebilirsiniz. Şayet, bir zamanlar Müslümanların başında Demokles’in kılıcı gibi duran ve onları tehdit eden lastikli 163’ün benzeri terör yasası mevcut haliyle çıkarsa, onun da bu kronik yaraya elîm bir neşter vurma mesabesinde olacağı âşikardır.
Dahası, Türkiye’nin diğer derin bir yarası haline gelen başörtüsü meselesinde elinizin kolunuzun bağlanması ve İmam Hatiplerin kapısındaki zincirlerin hâlâ kırılamamış olması da bu problemleri çözeceğiniz hususunda size itimat edenleri inkisar-ı hayale uğratmaktadır. Bu konudaki ümitler de sönmek üzeredir; ihtimal, millet bunu büyük bir başarısızlık olarak görecek ve -hasımlarınızın da propagandasıyla- çözümsüzlüğü size fatura edecektir.”
Hocaefendi ayrıca iktidarın bazı derin çevrelerle mutabakata varıp dindarları ezme kararı aldığına dair şayianın dilden dile dolaştığını ve bunun kendi kredilerine ve itibarlarına dokunacağını anlattıktan sonra şu cümleleri eklemişti:
“Böyle bir durumdan sıyrılmanıza şartlar ve konjonktür müsaade eder mi bilemeyeceğim; ancak, sıyrılıp rahmetli Necip Fazıl’ın merhum Menderes’e ifadeleri çerçevesinde “Ya ol, ya öl; ama mutlaka itibarlı kal!” düşüncesi istikametinde -böyle bir istikametten sizi alıkoyan Çankaya, hatta dünya devlet başkanlığı bile olsa- kendiniz olarak kalmanızın hem Zât-ı âliniz hem de milletimiz için hayati önem taşıdığını söyleyebilirim.”
Hocaefendi’nin uyarma gayretleri
Muhterem Hocaefendi, daha o günlerde şimdiki tenkil gayretlerinin ucunu görmüştü. Fakat, inkisarlarını ve hüzünlerini senelerce kimseye sezdirmedi; en yakınlarına dahi hükümet ve çevresiyle alakalı sözler ettirmedi. Vifak, ittifak ve uhuvveti korumaya gayret gösterdi. Bazen aracılar vasıtasıyla, kimi zaman mektup ve çoğunlukla haftalık sohbetlerinde sürekli bazı mevzulara değindi, ikazlarda bulundu.
Hocaefendi, camia mevzubahis olunca, demokratik bir ülkede tanınması gereken haklar nelerse sadece onları dile getirdi; Hizmet şahs-ı manevîsi ya da gönüllüleri için imtiyaz ifade eden hiçbir talepte bulunmadı.
Her zaman ülkemizin ikbali ve milletimizin saadeti için lazım gelen hususları vurguladı:
“Ne olur, kırıcı ve bölücü bir dil kullanmayın; toplumun bazı kesimlerini hasım yerine koymayın; fertler arasına öfke ve ayrılık tohumları saçmayın!
Allah aşkına, hizmetleriniz karşılığında maddî-manevî beklentiye girmeyin; kamu malına el uzatmayın, yolsuzluklara asla bulaşmayın, ihalelere fesat karıştırmayın; iffet ve istikâmetinizi muhafaza edin!” diye inledi.
“Lütfen, dediğim dedik yanlışlığına düşmeyin; etrafınızdaki şakşakçıların sizi aldatmasına fırsat vermeyin; herkesin fikrine saygı gösterin, “istişare” müessesesini çok iyi işletin ve her zaman ortak akla önem verin!”
Hemen her sohbetinde bir vesileyle bu hususlara değindiği gibi zaman zaman gönderdiği mektuplarda da aynı mevzuları nazara verdi. Maalesef, Hocaefendi’nin nazik üslubunu ve edebini anlamadılar…
Hizmet ya biat etmeli ya da bitmeliydi
Bütün bu gelişmeler karşısında ‘Hocaefendi ve Hizmet camiası ya biat etmeli ya da acilen yok edilmeli’ düşüncesi hakim olmuştu iktidar çevresinde. Zaten ikisi de aynı anlama gelmekteydi. Fakat bu sadece şahsi bir hırs mıydı, yoksa birilerine verilen söz müydü? Ne olursa olsun tek gerçek şuydu: ‘Hizmet camiası mutlaka bitirilmeliydi… Ve bu son fırsattı.’
Biat alamayınca, önce Hizmet’i bölme gayretlerine girişildi. Gayr-i memnun olan pişkin ve kesif insanlar bulunup danışman olarak kullanıldı. Denenmeyen yol kalmadı; ama camia menfaat etrafında toplanmış bir heyet değildi ve içinde satılık insan yoktu. Bölüp parçalama ve sonra yok etme işi de tutmadı.
Daha sonra, haksız tayin, sürgün, kıyım ve fişleme yoluna gidildi. Nitekim, Hocaefendi, Cumhurbaşkanı’na yazdığı meşhur mektupta buna işarette bulunmuştu:
“Hizmet hareketinin önünü kesmeye matuf gayretlerin aşikar hale geldiğini; bu yakışıksız engelleme faaliyetlerinin hareketin büyümesi ve genişlemesiyle eş zamanlı olarak arttığını; hayatın değişik alanlarında yalnızca “falan yere müntesip, falancı.. filancı..” görüldüğünden dolayı mağduriyete uğramış pek çok insanın gelip gözyaşı döktüğüne şahit olduğunu; fakat bunları hiç dillendirmediği gibi o insanlara da sabır ve vifak tavsiye ettiğini” belirtmişti. (Osman Şimşek, Herkül.org)
Akabinde, dershanelerin kapatılması… Sırf bu gayeye matuf dört bakanın değiştirilmesi… saldırılar, iftiralar, hakaretler…
Hücumlar her gün biraz daha şiddetlendi… Türkiye vatandaşlarının ve aklıselim sahibi dünya insanlarının çok değerli bulduğu Türk okullarının kapatılması için talimat verildi. Ülke liderlerine telefonlar edildi. Hatta, bir taraftan Hocaefendi Türkiye’ye davet edilirken aynı anda onun için suç dosyaları hazırlatıldı. Pennsylvania’ya elçi gönderildiği esnada Obama’ya şikayet dosyaları sunuldu.
Bu süreçte yaşananlar gariplerin değişmez kaderiydi. Dünya var oldukça da bitmeyecekti. Talihsiz insanlar, Gönüllüler Hareketi’ni engellemek için iddiaları, iftiraları tekrar edip duracaklardı. "Organize faaliyet" diyecekler, "şuna tâlipler, niyetlerinde şu var." gibi iftiralarda bulunacaklardı. Karakter bakımından zayıf, alet olmaya açık kimseler bulup menfaat düşkünü, çıkar sevdalısı bu karaktersizliğin çocuklarını kullanacaklardı. Bazı meseleler hakkında sordukları sorulara onlarca defa cevap aldıkları halde yine de iftira etmekten utanmayacak, hep aynı şeyleri yazıp duracaklardı.
Devam edecek…