Türkiye hızlı bir kamplaşmayla adım adım 12 Mart 1971 İhtilali’ne doğru gidiyor ve birileri de bunu sürekli tahrik ediyordu. Çatışma ve kamplaşmalar sadece üniversitelere değil, toplumun her alanına sıçramıştı. Ve 12 Mart 1971 Cuma günü saat 13'de radyodan okunan bildiri üzerine Muhtıra resmen verilmiş oldu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, 3 Mayıs 1971'de tutuklandı ve 9 Kasım 1971'de tahliye edildi. 11 Kasım 1971’de de vazifeye başlamak için dilekçesini Diyanet'e verdi. Sıkıyönetim nedeniyle müspet bir cevap hemen gelmedi. Bu yüzden kısa bir süre Erzurum'a gitti:
“Derken küçük bir istirahatten sonra, 6 sene evvel elimde minik çantalarım bir garip burukluk içinde gelip misafiri olduğumuz İzmir'den, yine elimde valizim bir tuhaf hislerle, ‘ana gibi yâr olmaz’ deyip Erzurum'a doğru yola koyuldum. Rahmetli pederim iki-üç ay İzmir'de kalmış, mahkemeleri takip etmiş ve bitmeyen bu yalancı hikaye karşısında canı sıkılmış ve Erzurum'a dönmüştü.”
Bu döneme ait hatıralarından şöyle bahsediyor Hocaefendi:
“Erzurum'da kısa bir süre kaldıktan sonra tekrar İzmir'e döndüm ve Salepçioğlu Camii'nde yeniden vaazlara başladım. Ben tutuklu iken arkadaşlar ev eşyamı Sadıkbey'de bir daireye taşımışlar. Erzurum'dan dönünce çok aceleden bir ev bulduk. Mektupçu'daki bu evde bir seneye yakın bir süre kalmıştık.
Diyebilirim ki, bu evde geçirdiğim ilk günler tam manasıyla yalnızlığı zehir gibi yudumladığım günler olmuştu. Tedbir mülahazasıyla arkadaşlar çok ciddi meşgul olamıyorlardı. Belki birçoğu henüz üzerindeki korkuyu atamamıştı. Bir kısmı da kendilerini tedbirli (!) davranmak zorunda görüyordu. Az dahi olsa, bir kısmının içinde de bir kısım ukdeler vardı. Beni artık işi bitik bir insan gibi görenler ve karar kılacakları yer hususunda tereddüt geçirenler de eksik değildi. Başka yerlerdeki bazı arkadaşlar İzmir'i hiç boş bırakmıyor yavaş yavaş artan bir dozla da olsa, aleyhte sürekli propaganda yapıyorlardı. Zaten bir kısım arkadaşlar işin başından beri onların tesirindeydi. İzmir'de meydana gelen hadiseleri kaderin bize bir tokadı olarak değerlendiriyor ve başımıza gelenleri suçluluğumuza ve yanlış hareket ettiğimize bir delil ve vesika olarak gösteriyorlardı.
Ancak vaazlara başlayınca bu eski soğukluk ve bürûdet yavaş yavaş çözülmeye başladı. Duygu ve düşüncesinde başka yerdekilere meyilli olmalarına rağmen pek çok arkadaş eskiden olduğu gibi yine vaazlara geliyordu.
Ancak bütün bu gelmeler-gitmeler ve bizimle görüşmeler sadece insanî buutluydu ve dava adına değildi. Zaten başka türlü de olamazdı. Zira yanlış bir etki bütün şiddetiyle devam ediyordu. Buna çokları, doğru olmasa da ağabeylerin etkisi diyecekti. Bir manada psikolojik atmosfere onların görüş ve düşünüşleri hakimdi. Onların dışında birileri bir içtihad hatası içindeydi. Onları kendi hesaplarına konuşturan hizmetkârlar da vardı. Bu da en yumuşak ifadesiyle kendini bilmemek demekti. Hatta bu ihanet bile sayılabilirdi. Genel hava bu olunca kimseye bir şey anlatmak da mümkün olmuyordu.
Mektupçu'da kalırken şiddetli bir baş travması geçirdim. Tuvaletin tavanı çok basıktı ve içeri girerken başımı oraya çarpmıştım. Öyle ki, eğer tavan kırılabilecek cinsten olsaydı mutlaka kırılırdı. Ben bunu o günkü hadiselerle alâkalı olarak yorumladım. Bu travmadan sonra günlerce hasta yattım. Öyle ki sürekli içim bulanıyordu. O zamanlar Sebahaddin Bey yanımdan hiç ayrılmadı ve bana çok iyi baktı. Dr. Ahmet Bey kimseyle görüşmemem gerektiğini söylemişti. Kimseyle görüştürülmüyordum. Ziyarete gelen yakın arkadaşlardan bir kısmını da geri çevirmişlerdi. Tabii ki bundan benim haberim yoktu. Zafer Bey'in ısrarıyla bir-iki gece de onların Bornova'daki evinde kalmıştım. Orada da sıkıldım. Oranın umumî havası da buruk gönlümü çok tatmin ve teskin edecek mahiyette değildi.
Travmadan dolayı içimde bir 'anguas' ve şiddetli iç sıkıntısı vardı. Bir gece Bursa'ya gitmek üzere bilet aldım. (Bilmem ki Bursa'da kimi düşünmüştüm!) Ancak daha sonra arabada kararımı değiştirerek Akhisar'a gittim. Giderken yanımda Tirmizi'nin el-Câmi'us Sahih’ini de götürmüştüm. Ve onu orada kaldığım bir haftalık süre içinde bitirmiştim.
İşin acı tarafı, bu bir haftalık süre içinde yine hiçbir arkadaş tarafından aranmadım. Telaş çok keskin olacak ki, beraber kaldığımız insanlar dahi, bu nereye gitti, diye bir kerecik olsun arama ihtiyacı duymamışlardı. Halbuki değil insan, evin kedisi dahi bu kadar süre ortadan kaybolsa, mutlaka aranır ve sorulurdu. Yapayalnızdım. Gidecek yerim de yoktu. Çaresiz, Mektupçu'daki eve geri döndüm.”
Hocaefendi, hayatında istiğnayı daima ön planda tuttuğundan İzmir’de yaşadığı yıllarda büyük zorluklar çekmişti. O sıkıntıları şöyle anlatıyor:
“İzmir’de kalırken çok sıkışmıştım. Kitaplarımı çuvallara doldurdum ve bir kitapçıya sattım. En gerekli olan kitapları ayırarak, geriye kalanları sattım. Felsefe Tarihi, Felsefe Ansiklopedisi gibi kitaplar ayırmıştım. Daha sonra bazı arkadaşlar, çizilmiş diye merak edip onları aldılar. Fakat satmasaydım da diyorum şimdi ama (yine gözleri doluyordu) tabii itiraf edeyim, gerçekten de ihtiyacım vardı. Kendimi cüzdanımın içindekine göre ayarlayarak bir ömür yaşadım.
Bu ömrümde, senelerce, sabahları bir poğaçayla geçinebilirsem, ancak el açmadan geçinebilirim, dedim. Buna rağmen bir dönemde kitaplarımı satmak zorunda kaldım. Kitap merakıyla ilgili bir şey daha arz edeyim. 12 Mart muhtırası münasebetiyle 6-7 ay kadar içerde kalmıştım. Vaizdim ama içerde olduğumdan, maaş vermeyeceklerini zannediyordum. Dışarıya çıkınca 6 aylık birikmiş maaşımı verdiler. Öyle sevindim ki ‘Ben bunca parayı ne yapacağım!’dedim ve hemen gittim, -o günün parasıyla 6 bin liraydı galiba- hepsini kitaba verdim...”
Hocaefendi, 23 Şubat 1972 tarihinden itibaren Edremit’e gidip gelmeye başladı.
“İzmir'de kaldığımız Mektupçu'daki evden (Edremit’e) gidip geldim. Ne var ki, gidip gelmeler de çok zor oluyordu. Hem umumî vasıtalar seyrekti, hem de yakın arkadaşlardan hiçbirinin arabası yoktu. Edremit'te vazife yaptığım sürece hep umumî vasıtalarla gidip geldim. Hususî araba ile ya bir ya da iki defa gidip gelmiş olabilirim.
Dostların attığı gül dahi kanatır, oysaki çok kere dostlardan başıma balyoz yiyordum. Böyle bir durumda acı ve ıstırabımı içime atmak zorundaydım. İçin kan ağlayacak ama; dudaklarında sürekli tebessüm olacak. Veya sana kan kusturanlara sen kızılcık şerbeti ikram edeceksin... Bunlar söylendiği kadar kolay şeyler değildir. Ancak, dava adına bütün bunlara katlanmak gerekiyordu.
Bizimkiler de kendi aralarında meşveretler yapıyor, kararlar alıyor. 12 Mart'ın boşluğunu devam ettiriyorlardı. Hatta bir defasında benim yüzüme karşı, 'Biz arkadaşlarla istişare toplantısı yapacağız, isterseniz siz de gelin.' demişlerdi. Bu bana hapisten daha çok dokunmuştu.
Başka yerlerden gelen bazılarının hali ise yangından mal kaçıran adamın tavrına dönmüştü. Önüne gelen İzmir'e geliyor ve istediğini önüne katıp istediği yere götürüyordu. Anlattıkları menfi şeyler en yakın arkadaşları bile sarsabiliyordu. Zannediyorum, birçoğunda da benim hakkımda 'Yıkılıp gitmeye mahkûm bir adam, artık bununla bir iş yapamayız' imajı uyandırılmıştı. Arkadaşların bir kısmı da düşünce ve fikir adına saman çöpü gibi her gelen dalgayla bir tarafa sürüklenip gidebiliyordu.
Elbette ki bu kadar dalgalanan bir toplumda istikrar temin edilemezdi. Hele bunlarla, aynı çizgide omuz omuza vermek imkânsız gibiydi. Çünkü kimin, ne zaman bulunduğu çizgiden kayacağı ve kaydıktan sonra da ne yapacağı belli olmuyordu. Arkadaşlarla teker teker görüşmem kısmen faydalı olmuştu. Daha sonra aramızda bir istişare düşüncesi oluşturduk.
Birbirimizle dayanışma içinde olacağımıza dair ilk ciddî görüşmeyi Hüseyin Bey’in evinde yaptık. Onun evi de Kardeş Apartmanı'ndaydı. İsmail Bey'in, M. Ali Bey'in ve Hüseyin Bey'in bu görüşmeyi teminde şükranla yâd edeceğim katkıları olmuştu. Onların bu civanmertlikleri bende ve benimle aynı düşünceyi paylaşan herkeste bir yâd-ı cemil olarak kalacaktır.
Bütün bunlara hizmet adına bir sarsıntı geçiriliyordu nazarıyla da bakılabilir. Kim bilir belki de bunlar yeni bir tekevvünün sancılarıydı. Ne var ki bu hadiseler her defasında beni iki büklüm ediyordu. Meselâ: Bazen bazı meseleleri görüşmek için bir araya geldiğimizde bazı arkadaşlar kendi aralarında kaş-göz işareti yapmaya kadar varan sorumsuzca davranışlara girebiliyorlardı. Elbette ki böyle ciddiyetten uzak bir atmosferde, cihanın en ciddi meseleleri görüşülemezdi. Tabii ki ben de kalkıp gidiyordum.
Çocukluğumdan beri namazıma karşı hassas yaşadığımı söyleyebilirim. Onu zedeleyebilecek her şeyden mümkün mertebe kaçınmış ve uzak durmuşumdur. Abdestimde olduğu gibi yediğime, içtiğime dikkat ettim zannediyorum. Buna rağmen hep imamete başkalarını geçiriyordum... Tabii herkesin arkasında namaz kılmaya da gönlüm razı olmuyordu. Bazıları abdestte, bazıları yediğinde-içtiğinde dikkatsiz olabiliyordu. Ve şüpheli şeylerden kaçınmada hassas davranmayabiliyordu. Bu açıdan, ben de imamete gönlümün kabullendiğini geçiriyordum. Fakat bu da diğer arkadaşları az dahi olsa kıskançlığa sevk ediyordu. Öyle ki bazıları imamete geçirsin diye gözümün içine bakmaya başlamıştı. Bu da beni son derece rahatsız ediyordu.
Bir gün, Mustafa Bey, bu durumla ilgili olarak bana, 'Büyüklerimiz namazları bizzat kendileri kıldırıyorlardı, zaruret olmadıkça da bu kaidelerini bozmamışlardı, siz de aynı şekilde yapsanız.' dedi.
Zaten benim de başka çarem kalmamıştı... Ancak bu da bazı arkadaşlarda rahatsızlık yapacaktı. Her nedense bunu bir türlü kabullenmiyorlardı. Hatta bazen ben daha odamdan çıkmadan -sünnetleri odamda kılıyordum- kamet getirip birini imamete geçirdikleri de oluyordu. Eğer imamete geçirdikleri takva, zühd açısından benim gönlümün kabullenmediği bir insansa, bu da beni fevkalade rahatsız ediyordu...
Böyle tuhaf davranışlar, bende fevkalade bir hassasiyet hasıl etti. Artık her gün hususî oturup konuşma ve baş başa verip bir şeyler anlatmanın hasıl edeceği fitneleri düşünüyor ve tir tir titriyordum. Bu arada eskiler de boş bırakmıyor, gelip-gidip bazı arkadaşlarla görüşüyorlardı. Görüştükleri bazı kimselerde de mutlaka bize karşı bir bulantı meydana gelebiliyordu. Bu arada vefalı davranan arkadaşlar da yok değildi. Her şeye rağmen çok az dahi olsa bir kısım ayrılanlar da olmuştur. Onlardan bazılarını hemen ayrıldıkları gece bulup geriye getirmeye muvaffak oldu isek de bazıları uzun zaman soğukluğu sürdürmüştü. Fakat, Allah'a şükrediyorum ki, hepsi de şimdi aynı çizgiyi paylaşan arkadaşlar arasında…
İzmir'deki hizmetten adam koparmanın, hizmet kabul edildiği bir devreydi bu dönem. Bazıları tarafından îmân ve Kur'an hizmeti'ne ihanetle suçlandığımız o günler hayatımız hep, kaktüs yutar gibi ıstırap yudumlamakla geçiyordu. Ama, sabretmekten başka elden ne gelirdi ki, sırları sineye gömmekten gayri dört duvar arasına.
Bir gün yine büyükler kendi aralarında karar almışlar. İki-üç gün sonra da bana gelip; 'Biz kendi aramızda istişare ediyoruz; fakat isterseniz sizinle ve (bir iki isim daha saydılar ki, söyledikleri isimler hep hizmetten ayrı kabul ettikleri isimlerdi) şu, şu arkadaşlarla da bir araya gelip bazı hususları görüşebiliriz.' dediler. İşte o zaman sabrım taştı ve oldukça acı konuştum. Hatta sözümün bir yerinde şöyle dediğimi de hatırlıyorum:
'Allah aşkına söyleyin bana! Siz Bediüzzaman'a neyinizi feda ettiniz? Hangi izzetiniz, hangi itibarınız, hangi şöhretiniz ve hangi ilminiz vardı da onları ayak altına alıp Bediüzzaman'a talebe oldunuz. Bilakis, bu intisapla siz şeref kazandınız, omuzlarda taşınır hale geldiniz, şimdi de tek tasarruf sahibi gibi gelmiş bana şunu-bunu söylüyorsunuz.'
Bütün hayatımda kendilerine hep saygı beslediğim kimselere konuştuğum ilk ve son en ağır ifadeler bunlar olmuştur. Keşke bu kadar dahi onların gönlünü incitecek bir ifade kullanmış olmasaydım...
Tabii umumî havada hiçbir değişiklik olmadı. Herkes bildiğini okuyor, hizmet adına gıybet ediliyor ve içtihat hataları sürüp gidiyordu. Hatta şunu bunu tahkir için, teşbih ve benzetmelerde hiçbir şer'i ölçü tanınmıyordu ve İzmir'de bir hengamedir devam edip gidiyordu. Yer yer, bu güzel ve muhlis insanlar, benim saflardan daha saf kardeşlerim nasıl oluyor da bazı hususları göremiyor ve bu yanlışlıkları yapabiliyorlar, deyip hayretten hayrete giriyor; bazen bunları Rabb'imle aramdaki kulluk münasebetini, gerektiği ölçüde koruyamamış olmanın keffareti sayıyor ve teselli oluyor; bazen de kendi kendime: Hani dünya toplanıp mekanize birlikleriyle üzerime gelse bile umursamam, vazifemi yaparım, diyordun. Şimdi çok daha küçüğüne dayanmalı değil misin? gibi düşüncelerle nefsimi sorguluyor ve demek ki, dahili bir zerre gâile, harici dağlar cesametindeki problemlerden daha ağırmış deyip inliyordum.
Bütün bunlar olurken ben yine de Edremit'e gidip-geliyor ve vaazlara orada devam etmeye çalışıyordum... Ancak, ben istiyordum ki, has dairede arkadaşlarımızla iman ve Kur'an'a ait her meseleyi görüşelim. Ancak hiçbirisinden müspet cevap alamadım. Demek ki, bir süre daha beklemem icap ediyordu...