Adil Hakim, Hocaefendi ve Hizmet
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin beş yaşında olduğu 1943 yılında, gerek ülkemizde gerekse dünyada çok büyük hadiseler yaşanıyordu.
Bediüzzaman’ı, kurdukları dünya için tehlikeli görenler tekrar harekete geçmişlerdi. Kadir Gecesi’ne isabet eden 27 Eylül 1943’de, Üstad’ı Kastamonu’dan alıp, üç yüz kilometre uzaklıktaki Ankara’ya sevk ettiler.
Bu sıralarda 1943’te yapılan Moskova Konferansı’nda 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşacak dünya düzeni konuşuluyordu. Konferansa İngiltere, Amerika, Sovyet Rusya ve Çin katılmıştı. Aynı yıl (1943’te) Roosevelt, Stalin ve Churchill arasında yapılan Tahran Konferansı’nda ise Türkiye’nin savaşa girmesi kararı alınıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi düzmece bir hadiseyle ülke savaşa sokulacaktı. Henüz belini doğrultamamış olan memleketimizi tam bir felakete sürükleyeceklerdi. Fakat, kader dünyaya hizmet götürecek olan samimi insanların önüne su serpecek, Allah ülkeyi savaşa sürüklenmekten koruyacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken, Bediüzzaman’ı susturmak için bu sefer Ankara’dan Isparta’ya götürdüler. Burada da bir ay nezarette tuttular. Sonra Denizli’ye götürerek farklı illerden tutuklanıp getirilen talebelerle birlikte Denizli Hapishanesine koydular. Burada da kendisine reva görülen şiddetli sıkıntıların yanında onu üç kez daha, çok ağır şekilde zehirlediler. Hafız Ali Ağabey buradaki zehirlemeyle şehit oldu.
Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Ali Rıza Bey, Bediüzzaman Hazretleri’ni talebelik yıllarından beri tanımaktaydı. İstanbul’da Hukuk Fakültesinde okurken, Şekerci Han’da onunla görüşmüş ve Üstad’ın ilmine, vatan sevgisine vakıf olmuştu.
Kader onları yıllar sonra Denizli Mehkemesi’nde karşı karşıya getirmişti. Ve Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey, Denizli Mahkemesi’nde sunulan iddianamedeki suçlamaların asılsız olduğunu iyi bilmekteydi.
Dava dosyalarında suç teşkil edecek bir şey olmayınca, Ali Rıza Bey beraat verip bu masum insanları salıvermek istiyordu; fakat yukarılardan mahkemeye tayin edilen iki hakim de mutlaka ceza vermek istiyorlardı. Ali Rıza Efendi, bu art niyetlere fırsat vermemek için mahkemeyi dokuz ay uzattı. Üstad Hazretleri bundan sıkıldı. İşinden gücünden edilmiş bir sürü insan boş yere hapiste tutuluyordu.
Bu sırada o iki hâkimden birisi hastalandığı için rapor alıp ayrıldı. Hesnâ Şener Hanım da Denizli Mahkemesi'nde hâkimdi. Ali Rıza Efendi, Hesnâ Hanım'a "Aslında bu davada hiçbir suç unsuru yok. Bu insanlar masum. Gel kızım bizim heyete dahil ol. Âdilâne bir karar verelim. Beraat kararına imza atar mısın?" dedi. Hesna Hanım da hiç beklemeden "Atarım!" deyince Ali Rıza Bey onu mahkeme âzâlığına namzet gösterdi.
Ali Rıza Efendi, üçüncü hakimi de beraat yönünde ikna etti. Böylece, Bediüzzaman Hazretlerinin “Adil Hâkim” olarak vasıflandırdığı Ali Rıza Bey’le diğer mahkeme üyeleri bütün Nur Risaleleri, Bediüzzaman ve talebeleri için 15 Haziran 1944’te oy birliğiyle beraat kararı verdiler.
Üstad Hazretleri Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda Hesna Hanım’ı ismen zikrederek teşekkür eder:
“Mahkemede zabıt kâtibi ve azadan Hesna Hanım ve sorgu hâkimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı… selâmımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz.” (Emirdağ Lahikası, s. 44)
Ali İhsan Tola bundan sonrasını şöyle anlatır:
“Üstadın huzuruna vardığımda, durumu arz ettim.
Üstad:
‘Ali İhsan, ben onun ismini gavsların, kutupların yanına yazdım, ona ben onlarla beraber duâ ediyorum. Erkekler korktu ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak!’ dedi.
Bana da:
‘Ne o, Hesnâ tesettürsüz diye darılıyor muydun? İşte tesettüre riâyet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risâlesi’ni de beraat ettirdi. Essebebü ke’l-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!’ dedi.”
Bediüzzaman, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ali Rıza Balaban Efendi’ye, daha sonra bir takım Risale-i Nur gönderdi.
Kaderin sevkine bakın ki bu adil hakim aynı zamanda başka hizmetlere de vesile olacaktı. Ali Rıza Efendi'nin İzmir'de bir dostu vardı. Bu dostu, hep kız olan çocuklarını İzmir’in İslamiyet’e uymayan menfiliklerinden koruyabilmek için o zaman İzmir'in dışında sayılan, Reşat Nuri'nin meşhur Çalıkuşu romanını yazdığı şimdiki ismiyle Bozyaka'daki Çalıkuşu Mahallesi'nde bir ev yaptırmış, etrafını duvarla çevirmişti. Fakat, çocuklar öyle yüksek duvarlar arkasına saklanmakla korunamazdı. Bu yüzden, Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman'ın kendisine verdiği Risale-i Nurları okuduktan sonra bu çok sevdiği İzmir'li zengin dostuna verdi. Hediyeyi alan bu zât, Hacı Nefi Akyazılı’nın kayınpederiydi.
Yıllar sonra Ali Rıza Efendi'nin o dostunun damatlarından, Zehra Akyazılı’nın kocası, Nefi Akyazılı, Akyazılı Vakfı'nı kurarak birçok evi, dükkânı ve arsa ile beraber Bozyaka’daki bu yeri de vakfa bağışladı. O tarihlerde hizmet hareketi bir yurt yeri aramaktaydı. İlk defa oraya yurt yapımına uygun olur mu diye bakmaya giden heyet içinde Fethullah Gülen Hocaefendi, Yusuf Pekmezci, diğer Ağabeyler ve tevafuken tamir için İzmir’e getirilen Bediüzzaman’ın şimdi Isparta'da müzede duran arabası da vardı. Yusuf Pekmezci, orasının arazi durumunu ve yüz ölçümünü nazara alarak yurt yapımına uygun olmadığını söyler... Yurt yapmaktan vaz geçilir. Fakat o sırada orada bulunan Üstad Hazretleri’nin arabası da bir türlü o topraklardan çıkmak istememekteymiş gibi direnmekte ve yerinden ayrılmamak için adeta inat etmekteydi. Bunun üzerine Hocaefendi, tevil-i ehadis (olayların dilini okuma ve yorumlama) açısından, Üstad’ın ruhaniyetinin buranın ilim yuvası olmasını istediği işaretini çıkarıp: "Üstad'ın arabası buradan ayrılmak istemiyor gibi... Her halde yurt yapmamız uygun olacak" diye bir yorumda bulununca, inşaata karar verirler. Enteresandır, gerçekten bu karardan sonra hiç itekleme desteği verilmeden araba, o battığı yerden kolaylıkla çıkmış ve yoluna devam etmiştir. Bu yurt daha sonra Yamanlar Kolejine çevrildi ve boğulmak üzere olan insanlığa Nuh Aleyhisselam’ın gemisi gibi hizmet verdi.
Zaten, 1966’da Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’e geldiği ilk günlerde rüyasında tam bu arazinin bulunduğu alanda dünyayı kuşatacak bir inşaatın başlatıldığını görecek ve ta o günlerde YENİ BİR DÜNYA şiirini yazacaktı… Ve bu şiir, Türkçe Olimpiyatları’nda dünya çocukları tarafından hep birlikte seslendirilecekti.
Bu konuya Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, İzmir’e tayin edildiği 1966 yılına geldiğimizde daha geniş değineceğiz Allah’ın izin ve inayetiyle. Şimdi tekrar 1944 yılına, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 6 yaşında olduğu zamana dönüyoruz:
Mahkemeden berat ettikten sonra, Bediüzzaman, Denizli’de ancak iki ay kalabildi. 1944 yılının Ağustos ayında Afyon’un Emirdağ ilçesine sürgün edildi. Burada üç kez daha zehirlendi. Hasan Feyzi Ağabey bu zehirlemelerle şehit oldu. Zehirin tesiri çok şiddetli olduğu hâlde, Üstad Bediüzzaman:
“Cevşenü’l-Kebir gibi kudsi evradların feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.” diyordu. Üstad, bu şiddetli hastalık zamanlarında dahi namazlarını asla bırakmadı. Fakat, ikinci ve üçüncü zehirlenişinde tahammülü imkansız bir hastalığa düştüğünden iki-üç gün farzları yatağında baygın bir halde ancak kılabildi. (Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı, Risale-i Nur Külliyatı)
Ülkemizde bunlar olurken, bütün şiddetiyle devam eden II. Dünya Savaşı’nın gidişatında ABD Başkanı Roosevelt çok etkili oldu. Roosevelt, mensubu olduğu ırkın penceresinden dünyaya bakıyordu. “Ortanın solu” fikrini ortaya atarak Avrupa’yı Komünizm’de teslim etmek istiyordu. Roosevelt, tarihten gelen düşmanlıkla Almanlar’ı Avrupa’dan silmek istiyordu. Bunun için gerekirse bütün Avrupa’yı yakmayı bile göze alabilirdi. Zaten Avrupa’yı hiç hazmedemiyordu. Kızıl Rejim Rusya’yı Avrupa’ya hâkim kılarsa bütün arzularına kavuşmuş olacaktı. Bu yüzden, Amerikan ordularını Berlin’e kadar sürerek Rusya’yı Avrupa’nın göbeğine kadar çekti. Rusya, yönetimini ele geçirdiği Doğu Avrupa’da komünizmi yaymak için şiddetli zulümlere, ihtilallere, sabotajlara, katliamlara girişti. Aynı zamanda, 1945’te Amerika, üç gün ara ile Japon şehirleri olan Hiroşima ve Nagasaki'ye atom bombalarını attı. Hesaplamalara göre 110.000 kişi meydana gelen şiddetli patlamadan ve oluşan esintiden sonra hemen öldü. Radyasyon zehirlenmesinden aylar ve yıllar sonra da on binlerce insan hayatını kaybetti. Atom bombasının atılmasından birkaç gün sonra Japonya teslim oldu ve böylelikle II. Dünya Savaşı sona ermiş oldu.
Savaşın sonuçları insanlık tarihi açısından tam bir felaketti. II. Dünya Savaşı, katlettiği 73 milyon insanıyla insanlık tarihine en kanlı savaş olarak geçti.
Savaş sonunda Avrupa’nın üstünlüğü sona ererken Amerika ve Rusya dünya üzerinde söz sahibi oldu.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 7 yaşında olduğu 1945’lerde ahirzamanın şiddetli zulümleri her geçen gün etkisini daha da artırarak insanlığı yakıp yok ediyordu. Fakat, zulüm hiçbir zaman uzun ömürlü olmamıştır. Allah zâlimi imhal eder, fakat ihmal etmez. Allah zâlime mehil üstüne mehil verir, bir kere de derdest etti mi, iflahını keser onun. İşte bakın o dönemdeki ibret tablolarına:
Mussolini Kurşuna Dizildi (28 Nisan 1945)
22 Mayıs 1939'da Hitler'le anlaşınca gücüne güç kattığını zannetmişti Mussolini. Artık diğer ülkelerin iç işlerine de müdahale ediyordu. Aynı zamanda, Habeşistan seferi esnasında binlerce silahsız masum Habeşliyi öldüren de oydu. Bir çırpıda 24 bin masum insani kurşuna dizdiren ve temizleme kampına toplattığı 35 bin kişiden 18 binini katleden de yine o…
Mussolini 27 Nisan 1945'te Alman askerleri içinde iki yüz kilo altınla kaçarken yakalandı. O gün gözleri önünde kendisiyle birlikte kaçan bütün bakanları ve adamları kurşuna dizildi. Mussolini kendisini yakalayanlara yalvarıyor ve serbest bırakılmasına mukabil bütün altın ve parasını onlara vereceğini söylüyordu. Mukavemet lideri, "Onlar zaten halkımızın." diye onu tersliyordu.
Mussolini ve yanındaki kadın 28 Nisan 1945'te kurşuna dizildi. Her ikisinin de cesedi Milano yakınındaki bir benzin istasyonunda ayaklarından baş aşağı asıldı. Diktatörlerin sonu hep böyleydi…
İşte bir diğeri…
Adolf Hitler (30 Nisan 1945)
II. Dünya Savaşı’nın sonlarında Almanya'nın yenilgisinin kesinleşmesi ve ümitsizliğin iyice artması üzerine Hitler ve eşi Eva Braun, 30 Nisan 1945'te Berlin'de birlikte intihar etmeye karar verdiler. Kendilerini bir odaya kapattılar ve önce Eva Braun içinde siyanür bulunan bir kapsülü ısırdı ve zehir saniyeler içinde etkisini gösterdi. Hemen ardından ise Hitler bir siyanür kapsülünü ısırdı ve aynı anda tabancayla sağ şakağına ateş etti. Vasiyeti üzerine, Führerbunker bahçesinde bombaların neden olduğu bir çukura cesetleri yerleştirilip benzinle yakıldı. Hitler'in bunu istemesinin sebebinin Sovyet ordusu tarafından yakalanıp teşhir edilmek istememesi olduğu iddia edilmektedir.
Ve…
Yalanların, Algıların Büyük Ustası: Joseph Goebbels (1 Mayıs 1945)
Hitler, Goebbels’in yolsuzluklarına müsamaha edip görmezden gelerek onun her türlü algıyla Alman halkını kandırmasını istemişti. ‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur! Bana vicdansız bir medya ver, sana şuursuz bir toplum vereyim’’ diyordu Goebbels. Bu amaçla, yandaşa kesenin ağzını açtı. Ülkedeki her gazeteyi, her radyo yayınını ve her sosyal faaliyeti verdiği rüşvetlerle, yönlendirme yoluna gitti. Yandaş bir medya ve yalanlarla kurulu bir algı dünyası oluşturdu.
Goebbels, savaş boyunca, yazı ve konuşmalarıyla Almanları bu algı psikolojisinde tutmaya devam etti. Alman halkı bir grup çılgının fantezilerine figüran olduğunu fark ettiğinde artık çok geçti. Hitler’in 30 Nisan 1945’te intihar etmeden önce vasiyetini ve son talimatlarını vermek için yanına çağırdığı dört Nazi yöneticisinden biri de Goebbels’ti. Hitler onu başbakan olarak atamıştı. Hitler’in intihar ettiğini öğrendiğinde, ‘‘Her şeyimizi kaybettik. Artık tek çıkış yolumuz var, o da Führer’in gittiği yol.’’ diyecekti. 1 Mayıs 1945’te Führer’ini izledi. Diş hekimini ayarlayarak önce 6 çocuğunu ayrı ayrı morfin enjekte ederek uyuşturdu. Sonra da her birini ağızlarına bir ampul siyanür kırarak öldürdü. Daha sonra karısıyla beraber kendilerini de öldürdüler.
Bir halkın, oluşturulan algılara ve büyük yalanlara ne kadar inanırsa, ödeyeceği bedelin de o derece büyük olacağının ibreti olan hayatlar böyle son bulmuştu.
Gelecek Bölüm: Hocaefendi’nin okul yılları… Bediüzzaman’ın Afyon Hapishanesi’ndeki ağır imtihanı… ve dünyanın kaderine yön veren önemli gelişmeler...