Giriş kapısının üstünde kenarları hafif paslanmaya yüz tutmuş, parlaklığı tamamen gitmiş, sarı bir levhanın üzerinde siyah harflerle Adliye Sarayı yazan binadan içeri girdiğinde saatler sabah 11’e yaklaşıyordu.
Bileklerinde kelepçe olduğu halde kollarından sıkıca tutmuş iki polis memuruyla beraber yürüyordu. Polis memurlarının da suratları asık, “nerden çattık bu belaya” der gibi ilerliyorlardı.
Merdivenleri hızlı hızlı adımlayıp ikinci kata çıktılar.
Sağa döndüklerinde üzerinde soluk mavi renkli bir önlük, saçlarına ve bıyıklarına kır düşmüş 50-55 yaşlarındaki müstahdemle karşılaştılar.
Adamın sol elindeki tepside bir büyük bardak çay, yanında küçük bir tabağa konulmuş iki dilim ekmek, kalınca kesilmiş iki dilim beyaz peynir, 5-6 tane siyah zeytin, kutuda tereyağı ve reçel, beyaz bir peçeteye gelişi güzel sarılmış çatal ve bıçak vardı.
Ama adam, canı sıkkın gözüküyordu. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor ve koridorun sonundaki çay ocağına ilerliyordu. Polislerin arasındaki adama bakmadı bile.
Müstahdemin geldiği taraftaki odalardan birisinin kapısı açıktı. Belli ki adam oradan çıkmıştı. Kapıda “Cumhuriyet Başsavcısı filan kişi” yazıyordu.
Polisler masadaki sekretere, kolundan tuttukları adamın adını soyadını belirtip “ifade için gediklerini” söylediler. Sekreter, asık bir surat ve sinirli bir şekilde; “Bekleyin biraz. Başsavcı bey birazdan müsait olacak. Adam kahvaltı da yapamadı!” dedi.
Koridora çıktılar.
Yaklaşık 15 dakika bekletildikleri koridorda, sekreterin kapıdan başını uzatıp;
“Başsavcı Bey bekliyor. Girin içeri.” dedi.
Karakol nezarethanesinde tutulduğu 11 günün ardından ilk kez dışarı çıkmıştı. Polislerle konuşmayı denemiş ama hiç cevap alamamıştı.
Elleri kelepçeli adam da müstahdem gibi yaklaşık 50-55 yaşlarında, kır ama gür saçlı, 1.80 boylarında, atletik görünümlü bir adamdı. Üzerinde siyah bir kot pantolon, koyu mavi bir gömlek, onun üstünde de v-yakalı bordo bir kazak vardı. Ayaklarında ise kirli beyaz bir spor ayakkabısı.
Odaya girdiklerinde, kesif bir sigara ve izmarit kokusuyla karşılaştılar. “Kapalı mekânlarda sigara içilmez kuralı savcılara işlemiyor herhalde” diye geçirdi aklından. Nefret ederdi sigaradan ve kokusundan. Yıllar olmuştu bırakalı.
Başsavcı Bey, koltuğuna oturmuş sigarasını tüttürüyor, masanın sağında duran ince belli bardaktaki çaydan da arada bir fırt alıyordu.
Televizyonda, hükümetin resmi yayın organı gibi çalışan, kin ve nefret dolu yayınlar yapan bir tv kanalı açıktı. Haberler vardı.
“Şu şu illerde, silahlı terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla şu kadar öğretmen, bu kadar esnaf, örgüte manevi destek verdikleri safsatasıyla bilmem bu kadar ev hanımı gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanların ev, işyeri ve arabalarında yapılan aramalarda, örgüt liderinin adını taşıyan Sonsuz Nur, Çekirdekten Çınara, Kuran’dan İdrake Yansıyanlar, Asrın Getirdiği Tereddütler gibi kitaplarla çok sayıda Cevşen ve birkaç tane de 1 Dolar ele geçirilmişti!”
Polislerden biri, elindeki dosyayı masanın üzerine bıraktı.
Savcı dosyayı aldı, kapağını açtı ve muhatabının yüzüne bile bakmadan, tehditkâr ve emredici bir tavırla konuşmaya başladı.
“Bak, onlarla iltisâkın olmadığı kesinleşti. Seni bırakacağız ama ifadene “Hain, F..Ö ile ilgim yoktur” diye yazman lazım.”
Savcı cümlesini henüz bitirmişti ki elleri kelepçeli adam;
“Yazamam!” dedi.
Başsavcı başını kaldırdı.
“Neden? Korkuyor musun? Seni tehdit mi ettiler?” dedi alaycı bir tonla.
“Hayır, kimse tehdit etmedi. Ama…!”
Sustu adam.
Küllükteki sigarasını eline alan Başsavcı;
“Evet? Hadi anlat, dinliyorum. İşim gücüm var benim.”
“Bunların İzmir’de bir yurdu var. Yıllar önce bir kış gecesi, 14 yaşındaki bir tinerci, yurdun yemekhanesine girip yemek çalarken yakalanmıştı. Görevli tam polis çağıracakken, yurdun müdürü oraya gelmiş ve polis çağırılmasını engellemişti. Tinerci çocuğa üst baş ve banyo imkânı vermişti. Çocuğa yurtta bir de oda ayırmıştı. Cebine harçlık koymuştu. Tam 4 ay boyunca yurttaki yemekleri dâhil, bütün masraflarını cebinden karşılamıştı. Çocuk bir süre sonra tineri bıraktı. Artık düzelmişti. Baba şefkatiyle çocuğa sahip çıkan müdür, bir gün çocuğu arabasına bindirip, çocuğun Manisa’daki ailesine götürdü. Aile de çok fakirdi. Yine kendileriyle irtibatlı, şimdi devletin kapısına kilit vurduğu Kimse Yok mu isimli yardım derneği vasıtasıyla aileye ciddi yardımda bulundu. 21 yıl boyunca, nerdeyse hemen her ay o ailenin ve çocuğun hâlini hatırını sordu.”
Polisler adamı ilgiyle dinliyorlardı ama Başsavcının canı sıkılmıştı.
“Tamam uzatma. Böyle bir sürü hikâye dinledik…”
“Çocuk, zeytin satan bir dükkânda çalıştı. Sonra da küçük bir fabrikaya sahip oldu. Şimdi Arap ülkelerine zeytin satıyor, ülkeye döviz getiriyor.”
Savcı, adamın sözlerinin bitmesini bekliyordu.
“İşte o çocuk benim savcı bey. Onlar benim elimden tutup bugünlere gelmeme vesile oldular. Ben ne onlara terör örgütü ne de başlarındaki zata asla terörist demem, demeyeceğim.”
Polisler de şaşkındı Başsavcı da..
Başsavcı, adamın karakolda geçirdiği 11 günün ardından, istediği ifadeyi vereceğini zannetmişti. Yine yanılmıştı.
“Sen bilirsin” dedi ve önündeki dosyaya “tutuklanması isteğiyle mahkemeye sevkine” yazıp polislere uzattı.
Sonra da eliyle çıkın işareti yaptı.
Koridora çıktıklarında elinde tepsiyle yine o müstahdemi gördüler. Bu defa tepsinin üstünde kaşarlı bir tost, ince dilimlenmiş domates ve salatalık ile ince belli bir bardakta çay vardı.
Adam, Başsavcının odasına girerken, polislerin arasında yürüyen elleri kelepçeli adamın arkasından bir an için baktı. İçinden; “Allah kurtarsın…” dedi.
Medrese-yi Yusufiye’nin bir talebesi daha oluyordu.
TAŞKIN DERYADİL
16 Aralık 2017-USA
twitter.com/taskinderyadil