Yetmiş Yıldır Nerdeydin?

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı : Yetmiş Yıldır Nerdeydin?

SHABER3.COM

HARUN TOKAK 



Fethullah Gülen Hocafendi 12 Eylül darbe atmosferinin bütün ülkeyi esir aldığı günlerde yazdığı  bir yazıda insanlığın beklediği destansı kahramanlara “Nerdesin?” diye sesleniyor.
“Neredesin yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Neredesin hayallerimizin güvercini rüyalarımızın üveyiki. Izdırap dolu günlerimizde uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya ‘bu O’dur’ deyip ‘seniye-i veda’ türküleriyle yollara döküldük.

Neredesin ve ne zaman geleceksin esatiri yiğidim. Billahi şu ölgün ruhların. pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir.
Bizler uçsuz bucaksız bu beyabanda gördüğümüz her kervana Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk. Arkasından koşmadığımız kafile kalmadı ama sen hiçbirinde yoktun. Zaman bizim için hep muharrem, zemin Kerbela oldu.”
Bu bir feryat, bir çığlıktı.

Hocaefendi o günlerde köşe bucak aranıyordu.
Yine Şubat rüzgarları ortalığı kasıp kavuruyordu.
Kendi ortalıkta görünmese de satırlardan sayfalardan yükselen sayhalarla yeni bir nesle sesleniyordu.
“Neredesin? “

Soğuk kış gecelerinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını o sessiz çığlıkları ile yazmaya çalışıyordu.

Her zaman tipiye, borana meydan okuyan yüce dağlar gibi, sürekli karla-buzla savaşıyor ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek, şartlar ne olursa olsun hep gül yetiştiriyordu.
 Zaman geldi Anadolu o ışıktan güllerle bir baştan bir başa bahar bahçelerine döndü.

 Demirperde’nin yıkılmasıyla ışığın gülleri mazlum milletlerin ufkuna bir güneş gibi doğdular.
Karanlık bozkırlara yıldız yıldız yağdılar. 

Irmaklarda gün döndü.

Işığın gülleri, 1990’larda Sultan Ahmet’in kürsüsünden bağrını başını yırtarak konuşan bir vaizin sadasıyla düştüler  yollara.  

“Yetmiş yıldır kapalı duran kapılar açıldı ve orada daha siz adım atmadan sizi bekleyen, sizi intizar eden yaşlı gözler ve size hasret yürekler var.” 
“Eğer elimizi çabuk tutmazsak” diyordu vaiz, “ ve bu kapılar bir gün yeniden kapanacak olursa Allah’a karşı da tarih huzurunda da mesul oluruz… Oralarda dini bir, dili bir kardeşlerimiz var, onlar sizi bekliyorlar gitmenin tam vaktidir.”

Bu sözler yüreklerdeki Orta Asya ateşini harlandırmıştı.
Anadolu aslanları için aksiyon vaktiydi. 
Önce iş adamları koştular.
Geceler, aslanlar için aksiyon anıydı.
O günlerde Anadolu’nun küçük bir kasabasından birkaç iş insanıyla Kadir Öğretmen de Asya’ya koştu..
‘Varılmaz yol değil, nice hardasın?
Ben burada, sen ise aha şurdasın.
Bilirim bu sıra sen de dardasın.’ diyerek, geçtiler  Sarp Sınır Kapısı’ndan.
Asya topraklarına ayak basınca ellerini gözlerine siper ederek, bereketli Asya topraklarına şöyle bir baktılar.
O anı en ince ayrıntısına kadar hissetmek ve hatırlamak için öylece durdular.
Bir anda bozkırın rüzgarlarına at kişnemeleri, toynak sesleri karıştı.
Güneş kızıl atıyla guruba doğru koşarken onlar da Mehlika Sultan’a aşık gençler gibi soluk soluğa koştular Kaf Dağı’na doğru.
Soğuk bir sonbahar günü vardıklarında Bakü’de gün batımıydı. 
Bir Bakü akşamına şafak ferahlığı gibi doğdular.
Hazar’dan esen tatlı ve ıslak esintilere bıraktılar kendilerini.
İçleri içlerine  sığmıyordu. 
“Hasretim, yetmiş yıl geçti aradan
Hasretim, bu sabır sanma sıradan
Hasretim, bir ışık parlar buradan...”
Bakü’nün en hüzünlü mekânı olan Şehitler Hıyabanı’nı yangın yerine döndüren güneş, alev püsküren ciğerlerine  yanık karanfil kokuları çekerek batınca Hazar’ın kurşuni sularına da akşamın melali çöktü.
Hazar’ın serin suları önce karardı, sonra da mehtabın aydınlığında salınmaya başladı.
Gökten sarkıtılmış yedi kandilli Süreyya gibi yanan özgürlük meşalesinin etrafında daha birkaç ay önce istiklali uğruna şehit düşen yiğitlerin ruhu dolaşıyordu.
Akşamın alacasında Azeri bir genç yaklaştı yanlarına;
Qonaqlar xoş g?lmisiniz!”dedi.
Hoşbulduk.” 
“Hardan g?lmis?n?”
“Türkiye’den.”
“Biz hep sizin geleceğiniz günleri bekleyip durduk, neredeydiniz?” 
“Aramızda duvarlar vardı”
“Harda qalirsan?”
 “Şu ilerdeki otelde.”
Sonraki gün sabah beşte otel odasının kapısı çalındı. 
Kadir Öğretmen açtı kapıyı.
Akşam Hazar’ın kıyısında tanıştıklar gençti.
“Bu gece sabah olmak bilmedi.” dedi.
Lobiye inerek uzun uzun konuştular.
Azeri genç en çok Türkiye’den sordu. “Türkiye’yi çok merak ediyorum.” dedi.
Anlatılanları dinledikçe gözlerinin içi gülüyordu.
“Bize Türkiye İslam’dan uzaklaştı. Camiler kapandı. Sakın oraya gitmeyin, onlar barbar bir millet.” diyorlardı.
Kadir Öğretmenin içi ısınmıştı bu gence.
Azeri genç, “Üniversitede okuyorum, biz üç üniversite öğrencisi bir evde kalıyoruz. Akşama on beş arkadaş toplasam onlara bir sohbet edebilir misiniz?”
“Olur.” 
Kadir Öğretmen, bir Bakü akşamında iş adamlarıyla birlikte taze kan ve özgürlük kokan sokaklardan geçerek üniversiteli gençlerin evine vardı.
Yirmi kadar üniversite öğrencisi onları bekliyordu.
 Evde eşya adına hiçbir şey yoktu.
Lakin çok bereketli bir gece oldu.
Ayrılırken Azeri genç “Ağabey, birkaç gün sonra yine bir grup toplasam onlara da bir konuşma yapar mısnız?” dedi.
“Yaparım da” dedi Kadir Öğretmen, “lakin siz bu gelenlere çay bile ikram etmediniz.”
Genç başını önüne eğdi, derin sular gibi sustu.
Azerbaycan’ın yokluk yıllarıydı.
İş adamlarından biri bir miktar para bıraktı.
Birkaç gün sonra sohbet için yine gittiklerinde evi bir güzel döşenmiş olarak buldular.
Kanepeler, halılar, perdeler, mutfak eşyaları tastamamdı.
O gece yine çok güzel bir sohbet oldu. Çaylar içildi, ikramlar oldu. 
Sanki Türkiye’de, sanki kendi kasabalarındalardı.
Sonraki gün cuma idi.
Gök Mescid adında tek bir camide namaz kılındığını öğrendiler.
Cuma vakti vardıklarında cami tıklım tıklım doluydu.
Yapraklar dökülse, çiçekler zarar görse, dallar kırılsa da tohum çürümemişti. 
Koca çınar onca kara buza direnmişti.
Onca fırtına onca tufandan sonra bu gerçekten şaşılacak bir durumdu.
İş adamı Ahmet Bey ;
“Hocam burada bir hutbe okusanız.” Dedi Kadir Öğretmene.
“Yabancı yerdeyiz, kapılar yeni açılmış, kaş yapacağız derken göz çıkarmayalım. Ben buranın usulünü adabını bilmem.” Dedi Kadir Öğretmen.
“Bir şey olmaz, sen ne konuşacağını bilirsin.” dedi Ahmet Bey.
Caminin hocası ile görüştüler.
Doksanındaki eli bastonlu ihtiyar hoca Kadir Öğretmeni tepeden tırnağa şöyle bir süzdü.
“Tamam bu genç okuyabilir.” dedi.
Yaşlı bir müezzin iç ezanı okurken Kadir Öğretmen de başına sarığı sarıp sırtına cübbeyi geçirerek minbere doğru yürüdü.
Anlaşılan o ki bu iki ihtiyardan başka koca Bakü’de hutbe okuyacak ve müezzinlik yapacak kimse yoktu.
Yine de Bakü’de ihtiyarın okuduğu o ezanı duymak bile büyük bir saadetti.
Ezan bitince Kadir Öğretmen mor sümbüllü dağlardan ovalara bakan gözleri sürmeli bir ceylan  gibi cemaati süzdü.
Birden ürperdi.
Zira bütün gözler ona bakıyordu.
Yetmiş yıl aradan sonra onları inkisara uğratmaktan korkuyordu.
Ama yapılacak bir şey yoktu.
Sırtına cübbeyi giydirenler omuzlarına da büyük bir sorumluluk yüklemişlerdi.
“Muhterem Müslümanlar!  Size Türkiye’deki kardeşlerinizden selam getirmişem.” Diye başladı szölerine..
Bütün cemaat sanki antrenmanlı gibi 
“Aleyküm selaaaaam!” diye gürledi.
 Hazar’ın suları o seslerle titredi.
 O sesler Karadeniz’i aşarak Anadolu’ya ulaştı.
Anadolu o sese kulak kesildi.
“Yıllar var ki bizi birbirimizden kopardılar.” dedi.
“Artık kavuşma vakti.
 Ayrılık günleri geride kaldı.
 İşte buradayız.
 Size geldik. 
Sizlerle kucaklaşmaya, size sarılmaya geldik.
Karadeniz’in iki yakasından bakıyorduk birbirimize. 
‘Bakıp Türk'ün bayrağına
 Ah ölmeden bir görseydim
 Düşebilsem toprağına’ diye uzun kış gecelerinde çırpındı durdu Karadeniz. 
Bir gün bir öğrenci gördüğü rüyayı sizin hasretinizle ortalığı velveleye veren muhterem Fethullah gülen Hocaefendi’ye anlatıyor.
“Hocam rüyamda Peygamberimizi gördüm.” diyor. “‘Mübarek bedeni parçalanmış kanlar içindeydi. Bu rüyamı yorumlar mısnız?”
Rüya yorum istemiyor.’ diyor Hocaefendi, ‘Alem-i İslam’ın parçalanmasından onun da bedeni parça parça.’
Kardeşlerim! Yıllar var ki biz parça parçaydık.
Şimdi kapılar açıldı. Siz kardeşlerimize kavuştuk. Anadolu insanı Asya yollarında. Türk, Türkmen, Tatar, Kırgız, Kazak, Azeri kucaklaşıyor. Hepsi bir bütün oluyor.
Şu anda Resulullah’ın o parçalanmış vücudunun da bütünleştiğini görür gibiyim.
O şimdi siyah peçesini sıyırmış, güneşlere fer veren güzel gözleri ile Medine’den Bakü’ye bakıyor.
Camiyi dolduran cemaat rüzgâr yemiş ekin tarlası gibi ırlanmaya başladı.
Hıçkırıklara boğuldu.
Ağlayanlar, kendini yerden yere atanlar...
O soğuk sonbahar günü caminin duvarları da sesszi sessiz ağlıyordu. Solmuş yanaklarından damla damla süzülüyordu yaşlar.
Cemaatin o halini görünce Kadir Öğretmeni de bir ağlama bir fırtınası tuttu.
Yükseklerde tipiye tutulmuş bir dal gibi titremeye başladı.
Daha fazla ayakta duramadı. Olduğum yere çöktü.
Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Cemaat ağlıyor, duvarlar ağlıyor, Kadir Öğretmen ağlıyor, kubbeler ağlıyordu.
Hazar ağlıyor, Karadeniz ağlıyor, sanki bütün dünya ağlıyordu.
Ağlama ve hıçkırık sesleri arasında namaz bitti.
Cemaatin arasından yaşlı bir adam koca bir dağın altından kalkıyor gibi ellerini destek yaparak yavaş yavaş yarı beline kadar doğruldu. İki büklüm öylece durdu. Yüzünde, her biri bir ıstırabın izini taşıyan binlerce kırışık vardı. Üzerinde eski püskü bir elbise. Kurumuş pınarlar gibi çukurlara kaçmış gözlerini Kadir Öğretmene dikti;
“‘Evladım! Ben, yetmiş yıldır bugünü bekliyordum.
Allah’a yemin ediyorum ki bugün bu cuma namazını sanki peygamberin arkasında kılmışım gibi geldi bana.
Allah yemin ediyorum aynı bu böyle.
Sen yetmiş senedir  neredeydin?’
Geçenlerde bir ortak dostumuz Kadir Öğretmeni sordu.
“O şimdi nerede? 
Dedim!
 O şimdi kendi ülkesinde dört duvar arasında.

<< Önceki Haber Yetmiş Yıldır Nerdeydin? Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER