Yunanistan’da Türk diyasporası (1)
Türkiye’den Yunanistan’a siyasi mülteci olarak gelen sığınmacılarla konuştuğumda karşılaştıkları bazı sorunlardan söz ettiler. Yıllarca önce yazmış olduğum “Daha iyi Türk-Yunan ilişkileri için Yap-Yapma Kılavuzu” (2002) başlıklı kitabımı okuduklarını ve “kılavuzdan” yararlanmaya çalıştıklarını da belirttiler. Bu kitap iki farklı ülkenin vatandaşlarının algıları ve davranışları konusundaydı. Mülteci olmak farklı bir olay, çünkü artık söz konusu olan farklı iki ülkede yaşayan insanlar değil, iç içe yaşayanlardır. Yani, bir toplumla uyum içinde olmak sorun olarak yaşanmaktadır.
Bu konuda bir şeylerin yazılmasının ve görüş alışverişinde bulunmasının gereğini duyuyorum. Yunanistan örneği, özel olmakla birlikte, bir bakıma başka ülkelerde yaşanan mültecilik sorunlarına sınırlı da olsa ışık tutabilir. Tabii konu çok geniş ve pek çok bilim dalını ilgilendiren bir alan. En başta mülteciliğin hukuksal ve uluslararası boyutu var. Her ülkenin kendine özgü yasaları ve sınırlamaları var. Ülkelerin her biri Türkiye ile mültecilik alanında farklı anlaşmaları ve pratikleri olabilir. Benim ele almak istediğim bunlar değil; günlük insan ilişkilerine odaklanmak istiyorum; mülteciler yeni bir ortamda nelerle karşılaştıklarına ve bu konuda neler yapabileceklerine.
Türkiye’yi terk eden Mehmet Alp ve ailesi Atina’da bir süre bulunduktan sonra Almanya’ya göç etti. (FOTOĞRAF: SELAHATTİN SEVİ)
Bu tür çalışmalar saha araştırmaları gerektirir. Oysa yazacaklarım daha çok başkalarının araştırmalarına ve kendi gözlemlerime dayanacak. Mülteciler sorunu tek yanlı da değildir; Yunan toplumu bu ilişkilerin ikinci ayağıdır. Bu alanda geçmişe de uzanan gözlemlerimden yararlanacağım.
Ayrıca hayatımda iki kez iki farklı ülkede çevreye entegre olmaya çalışmış biriyim. Uyum sağlamanın veya sağlayamamanın ne olduğunu yakından tatmış biriyim. Önce Türkiye’de, resmen “dil ve din farkı gözetilmeden” (Anayasanın 10uncu maddesi öyle diyor) eşit vatandaş olmam gerekirken azınlık üyesi olduğumdan dolayı dışlanan biri olarak vatandaşlığımı kanıtlamaya çalıştım. Otuz yaşlarımda, bu kez “vatandaşlığımın” resmen tanındığı Yunanistan’da, “yurt dışından gelen biri” imajımın doğurduğu tedirginliğin üstesinden gelmek için çaba harcadım. Her iki durumda da entegre olabildim sayılır – hemen hemen!
“Entegre” olmayı, alışageldiği biçimde, ben de “geniş çevreye dahil olmak” anlamında kullanıyorum. Yani bir kişinin veya grubun kendi içine kapanıp yaşamaması anlamında. Bazen “getto” kavramı kullanılır. İnsanlar etraflarına hayali duvarlar örerler ve yanı başlarından bulunan dünyadan ayrı yaşarlar. Entegre olmak, böyle olmamak demektir.
Bir de “asimilasyon” kavramı var. Bu kavram geniş çevreye ile uyum sağlarken insanın kendi kimliğini terk etmesi ve çoğunluğun bir üyesi olması anlamındadır. Günümüzde bu iki kavram olumlu (entegre olmak) ve olumsuz (asimile olmak) olarak kullanılır. Bu iki kavramla verilmek istenen mesaj, insanların bir geniş topluma uyum sağlayıp katılırken, kendi gruplarının kimliğinden kopmamalarının da olanaklı olduğudur.
Konumuza odaklanırsak, bu iki kelime ile şu somut mesaj verilmekte: Türkiye’den Yunanistan’a gelen ve bu ülkeye (uzun bir süre için) yerleşenler, Yunanlı olmaları beklenmiyor, yani yanlışsız Yunanca konuşan, Hıristiyan olan veya artık Türkiye ile bir yakınlık duygusu yaşamayan insanlar olmaları, yani çoğunluğa “asimile” olmaları beklenmiyor. Böyle bir şeyin istenmesi insan haklarının ihlali, hatta soykırım bile sayılabilir. Onlardan beklenen “entegre” olmalarıdır; yani günlük hayatın içinde bulunmaları, ülkenin sorunlarına yabancı kalmamaları, bir turist gibi davranmamalarıdır. Tabii, ülkenin yasalarına da saygılı olmalıdırlar.
Bunlar, işin teorik yanı. Bu entegre/asimile görüşü “Batı dünyasında” egemen söylem de sayılır. Ve giriş anlamında okunabilecek bugünkü yazıya kısaca bu “teori” konusunda bir şeyler ekleyerek son vermek istiyorum. Hayat, oluşturduğumuz teorilerden daha karmaşıktır. İnsan kimliğini – daha doğrusu, kimliklerini – kısmen de olsa değiştirmeden veya terk etmeden farklı ve daha geniş olan bir çevreye katılabilir mi? Belki daha önemlisi, geniş çevre, kimliğini büyük oranda korumakta olan yeni geleni kabul eder ve onunla uyumlu yaşar mı? Ondan kimliklerinden ne derecede mesafeli kalmasını bekler ve talep eder?
Bu tür soruların cevapları hiç de kolay değil. Teorik olarak – entegre/asimile diye – yuvarlak sözler söylemek kolay da, pratik öylesine basit olmayabilir. İnsan haklarına ve etnik ve kültürel özelliklere saygılı olmak ilke olarak kabul edilebilir. Ülke yöneticileri bu alandaki iyi niyetlerini sık sık dile getirebilirler. Bu tür söylemler de günümüzde çok yaygındır. Ama aynı zamanda “yabancılarla” ve mültecilerle yaşanan gerilimi de görüyoruz. Bu gerilimin yabancı fobisine, hatta ırkçılığa vardığını da görüyoruz.
Bu tür problemler dünyamızda aslında yenidir. Irkçılık ve yabancı fobisi –zenofobi – eskidir, ama bunların aşılmasına yönelik talepler ve çabalar yenidir. Demokratik düzenler de yeni sayılır, ama “insan hakları” kavramı ve talebi yepyenidir. Kısacası yeni olan, küreselleşme ile ortaya çıkan yeni bir toplum düzenidir. Ve bu yeni toplum modelinin temel ilkeleri henüz açıklık kazanmamıştır ve toplum olarak da içselleştirilmemiştir. Bu alandaki çelişkiler sorun olarak yaşanmaktadır.