Hayata tutunması için uğraştığı serçeyi kurtaramadığını anlatan Soncan, kuşların göçü, yavru serçenin ölümü, hapishane ve özgürlük arasında analoji yaptı. Mektubunu bitirirken de “Ben artık koğuşumda bir serçenin daha ölümünü izlemek istemiyorum… Dünyanın tüm serçelerine yalvarıyorum… Yuvalarınızı hapishanelere yapmayın…” diye seslendi.
Kapatılan Zaman Gazetesi’nin eski Cumhurbaşkanlığı Muhabiri Emre Soncan’ın mektubunun tamamı şöyle:
“Dünyanın Tüm Serçelerine…
Ben dayanamam; ağlayan küçük bir çocuk gördüğümde mesela, minicik gözlerindeki kocaman hüzün gelir yüreğimin perdelerini aralar, aralamakla da kalmaz, sızıverir içeri, baş köşeye oturur; oturur dediysem, bu oturmak “Hadi kalk” diye yankılanır yüreğimin tüm müşfik kuytularında… Sonra ben gözlerimi, onun ağlamaklı gözleri gibi kısarım, mimiklerimiz benzeşir bir anda, kaşlarımdan biri hafifçe yukarı kalkar, dudaklarım sevgiliye masum ve çekingen bir buse konduracakmış gibi büzüşüp hafifçe ileri uzanır… Mimiklerimiz el ele tutuşunca, ellerimiz de el ele tutuşur… Hazır tenlerimiz buluşmuşken, kucağıma alıp onu, hüznünü göğsüme bastırırım… Sesimi çocuklaştırıp “Ne oldu?” diye sorarken, alnımdaki çizgiler belirginleşir. O çizgilerin arasında ne acılar biriktirmişimdir ben, “Seni anlarım çocuk” demek isterim… Anlar çocuk, çocuk bilgeliğiyle, ne demek istediğimi… Açar derdini.. . Küçücük dünyasının kocaman dertleri, tebessümlerime çarpıp dağılıverir… Çözerim yani meseleyi, mesele her neyse… Henüz meseleye mesele diyebilecek kadar çok yaşamamış; üzmemiş, üzülmemiş; kirletmemiş, kirlenmemiş bir çocuğun meselesi ne kadar büyük olabilirse…
Bir de film sahnelerinde, roman sayfalarında, evladına istediği kırmızı bisikleti yahut pembe okul çantasını veya futbol ayakkabısını alamayacak kadar gariban bir baba gördüğümde dayanamam… Hele daha kötüsü, aynı gariban babayı haber bültenlerinde, hasta çocuğunun başında çaresiz, alnını avucunun içine dayamış perişan halde izlersem yüreğim sıkışır… Önce kitap sayfalarının arasına süzülüp, düşsel paragraflar eklemek isterim, o adam ansızın zengin olsun, akşam eve kırmızı bisiklet, pembe okul çantası ve futbol ayakkabısıyla dönebilsin diye… Sonra milyon dolarlarım olduğunu hayal ederim, tüm yoksul babaların hasta çocuklarını tedavi ettirebilecekleri varsıl bir ortam yaratabileyim diye…
Bir de serçelere dayamazmışım, hapishanede öğrendim… Banyoda, lavaboda karıncaları boğulmaktan kurtarmışlığım çoktur lakin o serçe için bir şey yapamadım, o yavru serçenin yuvasından dokuz adımlık havalandırmamın beton zeminine düşüşü, annesi tarafından terk edilişi; çırpınışları, uçmak isteyip de uçamayışı, can havliyle yaptığı her denemede, kanatlarını duvarlara vura vura betona bir kez daha bir kez daha çarpışı; sonra kaderini kabullenişi, sessizce, hafif hafif, ince ince titreyerek ölümü bekleyişi; kendi başına yemeyi henüz öğrenemediğinden, işaret parmağımın ucunda uzattığım ıslak ekmek içine kayıtsız bakışları, gözlerini yumup yeniden ölümü beklemeye başlaması; onun ölüm endişesinin tüy tüy, kanat kanat yüreğimi kaplaması, gözlerini ebediyen kapatacak diye kalbimin sızım sızım sızlaması; gagasını açık yakaladığım bir inda beyhude bir gayretle parmak uçlarımdan ağzına bir kaç damla su akıtmaya çalışmam, başaramayınca iyice kederlenmem; benim onu yaşatmaktaki başarısızlığımın, ve onun hayata tutunmadaki acemiliğinin, kol kola girip mapusun üzerine kurşun renkli bulutlar olup çökmesi…
Şimdi sonbahar geliyor… Kuşlar gitti… Kanatlarına, benim ölüm karşısındaki çaresizliğimi de yüklenip gittiler. İlkbahara kadar… Yine gelecekler… Ben artık koğuşumda bir serçenin daha ölümünü izlemek istemiyorum… Dünyanın tüm serçelerine yalvarıyorum… Yuvalarınızı hapishanelere yapmayın… Hapishane çatılarının saçaklarına, cıvıltılarınızı, havalandırmanın soğuk zeminine de ölümlerinizi bırakmayın… Çünkü bin cıvıltı, bir ölüme değmiyor…”
Emre Soncan / Silivri Hapishanesi, Ağustos 2018
TR724