Hatip Karun ile ilgili âyetleri okuyor ve İngilizce izah ediyordu: “Yoldan sapanlardan biri olan Karun, Musa’nın ümmetinden olup, onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı. Halkı ona ‘Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri sevmez! Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara iyilik et. Sakın ülkede nizamı bozmak peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.’ demişti. Karun ise, ‘Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.’ dedi. Peki, şunu bilmiyor muydu ki, Allah, daha önce, kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmişti. Ama suç işlemeyi meslek edinen sicillilere, artık suçları hakkında soru sorulmaz. (…) Derken Biz Karun’u da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Ne yardımcıları, Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi, ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas Suresi, 28/76-81)
Hutbeyi huşû ile dinlerken, birisi dikkatimi bölüp benim biraz sola doğru kaymamı istedi. Ben, tam dizlerinden problemleri olduğu için sandalyelerde oturanların bitişiğinde bulunuyorum. Sol tarafa çekilince, boş bıraktığım yere bir sandalye getirip yerleştirdiler. Hemen oraya resmi giyimli birisi gelip oturdu. O da hutbeyi dikkatle dinlemeye başladı. Genç, dinç bir görüntüsü vardı. Normalde diz problemi olmamalıydı. Bir ara dikkat ettim; ayak ayak üstüne atmak istedi ama hemen toparlandı, oturuşunu düzeltti. İçimden ‘Herhalde bu, Müslüman olmak isteyen birisi… Namazdan sonra, cemaatin içinde şehadet kelimesini getirecek galiba’ diye geçirdim. Biz farza başladığımızda, o hâlâ oturuyor ve sağa-sola bakıyordu. Zaten namaza durmuş bir hâli de yoktu. Tabiî pek bir mânâ veremedim.
Namaz bitince, imam onu yanına çağırıp mikrofonu eline verdi. O, cemaate selam verdikten sonra; “Ben bu şehrin başsavcısıyım!” diye konuşmaya başlayınca kim olduğunu anladım. “Bu toplumda, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Musevîler olarak bizim hepimiz bir arada, beraber bu ülkenin insanlarıyız. Beraberliğimizi güçlü tutmaya mecburuz. Sanki, zor zamanlar geliyor gibi… Bilemem artık, dört sene mi sürer, daha fazla mı sürer!.. Bunları şunun için söylüyorum: Öğrendim ki, okulda bir kızımızın baş örtüsüne el uzatılmış… Benim kızım da okula gidiyor. Boynunda Davut Yıldızı vardı, baktım onu çıkarıyor. Niye, diye sordum, arkadaşının baş örtüsüne dokundukları gibi ona da saldırırlar diye endişe ediyor. Ona, korkmamasını söyledim. Okulda, baş örtülü arkadaşlarıyla, meseleyi diğer arkadaşlarına anlatmışlar, bütün sınıf bunların yanında yer almış. ‘O saldırganı okuldan attırıncaya kadar uğraşacağız; hepimiz sizin yanınızdayız’ diyerek destek vermişler. Siyasîler kendi aralarında bölünebilirler ama biz bölünmeyeceğiz. Bizim görevimiz, sizin haklarınızı savunmak ve sizleri korumak. Hiç korkmayın. İstediğiniz zaman hiç çekinmeden yanıma gelin… (Bizimle namaz kılan birisini göstererek) Bu, benim yardımcım. Bir Müslüman… Beni bulamazsanız hemen onu arayıp, onun yanına gelin… Biz böylece bu zor ve sıkıntılı günleri beraber aşacağız!..” dedi.
Cemaat dikkatle dinlediler ve bu kanun adamının, camilerine kadar gelip, böyle bir konuşma yapmasından çok memnun oldular… “Adâlet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer (R.A.) aittir. Kur’an’ın dört esasından birisinin de makâsıd-ı Kur’aniyeden olarak ADÂLET olduğunu biliyoruz. Hak ve adâletin olmadığı bir yerde toplumun huzura kavuşması da mümkün değildir. Keşke bu konuşmayı ülkemizin Başsavcıları yapıp gereğini yerine getirebilselerdi…
ABDULLAH AYMAZ