NSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 15
Cemaat liderleri, tarikat şeyhleri veya Allah dostları hakkında hüsn-ü zan sahibi olmanın, onlardan istifade edilebilmesinde önemli bir rolü bulunmaktadır. Hatta, mü’minlerin birbirleri hakkında hüsn-ü zan beslemeleri, kulluktaki kemalin bir eseri veya ibadetteki güzelliğin bir işareti olarak kabul edilmiştir. Burada önemli olan, hüsn-ü zanda bulunmada ve makamlar vermede ifratlara girilmemesi, şirke düşülmemesi, hakikatlere ve realitelere aykırı hareket edilmemesidir. Denge korunabildiği zaman, müridin üstadı, mürşidi veya şeyhi hakkındaki hüsn-ü zanları zararsız kabul edilmişlerdir.
ŞİRK TEHLİKESİ
Allah dostlarına, mürşidlere, cemaat imamları, şeyhlere veya birtakım liderlere ifrat derecede yüksek payeler vermekte şirke düşme tehlikesi vardır. Bu durumlarda, Allah’ın (celle celâluhu) icraatının bu zatlara verilmesi veya onlardan bilinmesi gibi büyük yanlışlıklar içerisine girilebilmektedir.
Hazret-i Üstad’ın talebelerinden Ali İhsan Tola ağabeyi bir ziyaretimde, sohbette Fethullah Gülen Hocaefendi’den bahis açıldığında, İzmir’in dini hizmetler açısından çok zor bir belde olmasına rağmen, Allah’ın Hocaefendi’yi muvaffak ettiğini takdirle ifade ettikten sonra, bu muvaffakiyetlerin Allah’tan bilinmesinin zaruriyetine ve eğer bunlar Hocaefendi’nin şahsından bilinirse hizmetlere büyük zararlar verileceğinden bahsetmişlerdi.
Zaten, Hocaefendi’nin bu hususta ne kadar hassas oldukları, her vesileyle bu hususta tahşidat yaptıkları, bunun dışında kendisine payeler verilmesi veya övgüler dizilmesi karşısında sanki kendisine küfrediliyormuş gibi rahatsızlık izhar ettikleri bilinmektedir.
Asr-ı Saadet’ten önceki toplumlarda, peygamberler ve diğer Allah dostlarına zamanla, Allah’a ait vasıfların ve icraatların verilmesinin neticesinde şirke girdikleri ve onları temsilen Lat, Uzza ve Hubel gibi putları icat etikleri görülmektedir.
Hocaefendi, İrtidat, Din Şûrası (!) ve Hizmet Hareketi başlıklı Bamteli’nde, sürece kadar öve öve bitiremedikleri Hizmet’in birden aleyhine dönüp Hizmet’i karalayanlar üzerinden bu hususu şöyle ifade etmektedirler: “Otuz seneden beri takdir ediyorlardı; Türkçe Olimpiyatları’nda, Pensilvanya’ya da selam gönderip “Milletimiz ona karşı medyuniyet duyuyor. Milletimizin adını, nâmını, nişânını dünyanın dört bir yanına duyurdu!..” derken mübalağa yapıyorlardı. O zaman farklı bir şirkle, âlî bir heyetin hizmetine ve himmetine Allah’ın lütfu şeklinde tecelli eden şeyleri bir şahsa mal ediyor ve “müşrik” oluyorlardı.”
Halbuki, Allah dostları kendilerine makamlar verilmesinden şiddetle kaçınmışlardır. Hatta, kendilerine makamlar takdir ederek övenlerden rahatsızlık duymuşlardır. Hocaefendi, Mehdîlik İddiaları, Keramet Talepleri ve En Büyük Pâye başlıklı Bamtelinde, bu hususta gösterilmesi gereken hassasiyete dair şunları söylemektedirler:
“Diğer taraftan, kendisi kutup, gavs, mehdi olduğunu iddia etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf ü güzafına göz yuman, onların meseleyi dillendirmelerine karşı sükût duran insan da dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Aklı başında, Kitab’ı ve Sünnet’i bilen bir mü’min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükût durur. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları dalalet sayar, sükûtu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Hazreti Üstad gibi: “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyerek takdir, teveccüh ve iltifatlara karşı açıktan açığa tavrını ortaya koyar.”
Kendisi hakkında hüsn-ü zan edilen, kendisine payeler atfedilen insanlar, susmayıp bunları düzeltmekle ve böyle şeylere karşı açıktan bir mücadele içerisine girmekle mükelleftirler. Allah Teâla “Ey Meryem oğlu İsa!” Sen mi insanlara “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,” diye söyledin? “diye sorguladığında, Hazret-i İsa’nın verdiği cevapta geçen “Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım.” sözlerinde bu mücadeleye dikkat çekilmektedir.
Hakikatlerin etkili olmaları için, mürşidlerin harikulade vasıflara sahip olmaları veya harikulade haller göstermelerine ihtiyaç yoktur. Hatta, çoğu zaman, bu harikuladelikler kafa karışıklıklarına yol açabilmektedirler.
Hocaefendi, aynı bamtelinde, böyle hallere talip olmamak gerektiğinin altını çizmektedirler: ““Allah’ım, kurban olayım.. bahtına düştüm.. bana fevkalâdeden bir şey verme! Kendini bana çok iyi bildir. Senin karşında, mevcudiyetini mülahazaya alarak, kalbim duracak gibi yaşayayım; ödüm kopsun.. bakışım bulansın.. gözlerim dönsün.. Fakat, insanın içini okuma, iristen ve mimiklerden manalar çıkarma, gelecek adına bir şeyler söyleme gibi fevkalâdelikleri istemiyorum.. kurban olayım.. bunları istediğine ver!” Böyle diyecek kadar Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyetini tasdik yolunda olmalı. Ciddi bir ubudiyetle mukabelede bulunmalı.”
Böyle davranmak hakiki bir mü’min olmanın, cenab-ı Hakk’ın uluhiyetini tasdik etmenin gereğidir.
Ayrıca, bu zatlara atfedilen parlak makamlar, hakikatlerin tam anlaşılmasına ve tesirli olmasına da engel olurlar. Bu harikuladelikler, hakikatlerin parlak güzelliklerinin ve cazibelerinin kaybolmasına ve perdelenmesine yol açarlar.
Üstad Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda, böyle makamlar ve payeler vermenin zararlarına dikkat çekmektedirler: “Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: "O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı." Böyle der ve içinde şüphesi kalır.”
“Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor.” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum. Hattâ bu defa bana, beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o mâlûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünkü mesele şaşalandığı için, doğrudan doğruya avâm-ı nas bana makam verip harika bir keramet sayabilirler diye, dedim: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri bir surette olmasın.”
Hazret-i Üstad döneminde ve günümüzde yaşanan hapishaneler, sürgünler, sıkıntılar, zahmetler ve şartların ağırlaşması gibi belalar ve musibetler de aslında hakikatlere hiçbir şeyin perde olmamasına hizmet etmektedirler. Bunlar sayesinde, şahıslar ve hüsn-ü zanlardan kaynaklanan makamlar ortadan kalkmakta ve böylece, hakikatler kalpler ve ruhlar üzerinde tam tesirli olabilmektedirler.
Bediüzzaman Hazretleri, bu önemli sırrı, Emirdağ Lahikası’nda, şöyle ifade etmektedirler:
“İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.”